1 Ekim 2014 Çarşamba

New York'ta Mart Tatili (20.4.2013)

9 Mart sabahı çıktım Ankara'dan yola... 10 saat New York yolculuğu için ilk durak İstanbul'du, Atatürk havalimanına hızlıca bir merhaba dedim. New York uçağına binerken;  saatler boyu sürecek bir yolculuğun ve o uzun saatlerin bitiminde Mert'e kavuşmanın heyecanı vardı. Kolay diye kim demiş, 6 aydır sadece Skype'den görüyoruz birbirimizi, o da her gün değil.
Yolculuk kısmını çok uzatmadan New York'a geçmeli; kısaca, keyifli, sakin, muhabbetli, güzel ve tirbülanssız bir yolculuğun ardından uçağımız indi bu harika şehre. Uçak inişe geçtiği andan itibaren yükseklerden özgürlük anıtını görebilir miyim acaba diye çok bekledim, göremedim. Muhtemelen ters yönde oturduğum için.
İlk gördüğüm yer JFK Havalimanının gümrük girişi. Normal, standart havalimanı görüntüleri. Pasaport kontrolünden çıkıp, internet üzerinden önceden rezerve ettiğim, beni Hampton Inn Oteline götürecek olan shuttle'ıma yerleştim. Bu arada, her ne kadar bu bir New York yazısı olacaksa da, ileride hatırlamak için yazmam gereken bir durum var. Uçaktan indiğim zaman ilk yaptığım, telefonumu açmak ve Mert'i aramak oldu; ben öğle saatlerinde inmiştim, Mert'in uçağı ise sabah saatlerinde ulaşmış olmalıydı. Bir kaç kez aradım, Mert'in telefonu kapalı sinyali veriyor. Kanada hattını kullandığı için, bir servis sorunu yaşıyor olabileceğini düşündüm. Saat ikide otelde buluşmak üzere sözleşmiştik; hiç telaş etmedim, otelde nasıl olsa görüşeceğiz diye düşündüm ve etrafa bakmaya başladım.
JFK Havalimanı, Brooklyn'de. Brooklyn'in ara sokakları boyunca gidiyoruz. Nereye geldim ben? Hiç bir şey bana müthiş gelmiyor. Saat öğleden önce 11:30 civarları, sokaklar sakin, sokaklar fazla tenha hatta. Biraz da kirli galiba, binalar bakımsız. Nerede o filmlerdeki New York, koşuşturan insanlar, kocaman caddeler, devasa gökdelenler? Derken, şoförümüz espriyi patlatıyor: "İşte size New York, nasıl, beğendiniz mi?". Karşımıza bir köprü çıkıyor; giriyoruz o köprüye ve tam karşımızda gökdelenler beliriveriyor, hem de tüm heybetleriyle. Benim görmeyi hayal ettiğim New York, aslında Manhattan tabi ki, yola çıkmadan önce o kadar da çalışmıştım dersimi, ama işte, acele ettim gökdelenleri görmek için. Brooklyn'den Manhattan'a bakıyorum; gökdelenler gökyüzünü deliyor gerçekten, etkileyici, çok hem de. Her gezi öncesinde olduğu gibi, yola çıkmadan önce bir plan yapmış ve hatta planımı bir deftere not almıştım; her gün için gezilecek görülecek yerleri belirlemiştim. Ama o ilk Manhattan manzarası ile karşılaştığım an, "planı boşver, kafamıza göre gezelim" cümlesi geçiyor içimden, öyle de yapıyoruz.
Hampton Inn Oteli Times Square'da, şehrin tam merkezinde, kalbinde; meydana ulaşmak için çok sıkı bir trafik yoğunluğuna katlanmak durumunda kaldık. Günlerden Cumartesi, trafik İstanbul'u aratmıyor, geldik geliyoruz derken otele ulaşıyorum, saat bir civarlarında. Mert'i arıyor gözlerim hemen, bütün lobiyi bir çırpıda dolaşıyorum, yok. Ertuğrul'un her 5 dakikada bir gelen telefonları Mert'i her dakika biraz daha merak etmeme sebep oluyor. Saat iki, Mert hala yok. İdil'in Mert'e ulaşabileceğini düşünüyorum bir anda; Kanada hattı her ikisinde de olduğuna göre, bütün iş o an İdil'e ulaşmak. Ve canım arkadaşım hemen bir kısa mesajla Mert'e ulaşarak bana oh çektirtiyor. Derken telefonumda bir ses, Cem'den bir mesaj: "Merak etme, Mert Times Square'da, fotoğrafını face'e koymuş". Yine derin bir oh çekiyorum; çok şükür gelmiş gelmesine de, oteli mi bulamıyor acaba? Oturduğum koltukta, elimde telefon, otel görevlilerinin beni avutmaya çalışan çok nazik, çok sevecen yaklaşımlarıyla gülümsemeye çalışırken kapıdan içeriye Mert koşarak giriyor, yüzü gözü ter içinde, üstelik o soğukta ! Hampton Inn Otelinin yakınlardaki bir başka şubesinde bir saattir beni bekliyormuş, telefonunun servisi çalışmıyormuş, o da beni merak ediyormuş; otelin bir şubesi daha olduğunu öğrenince koşarak gelmiş. Bütün gerginliğim elbette geçiyor ama babasını yatıştırmak biraz zor oluyor :)
Times Square'ı Mert öğrenmiş bile biz buluşana kadar. Odamızı teslim alır almaz fırladık sokaklara. İsmini şimdi hatırlayamadığım, çok hoşumuza giden bir restoranda yemek yedik, sonra yürümeye başladık. Times Square, tam da "anlatılmaz yaşanır" dedirten bir yer. Rengarenk ve kocaman, ışıl ışıl billboard'lar, tiyatrolar, Broadway müzikallerinin  reklam panoları, koskocaman ve ışıltılar içinde. Gece bu meydana geldiğiniz zaman gece olduğunu unutur, "ne zaman sabah oldu" dersiniz;, ışıklar o kadar kuvvetli ki, sokaklar ötesinden kendisini fark ettiriyor.
Yürürken karşımıza çıkan Bryant Park'ın atmosferi çok hoş. Kuru soğuğa inat, boş sandalyelere oturduk, sohbetimize orada devam ettik. Şehrin belki en işlek yerinde, şipşirin bir park burası. Bir ara Central Park'ın bir köşesinden girdik, hoş bir mekanda oturup, bir başka köşesinden çıktık. Akşam olunca da otelimize döndük ve ertesi gün New York sokaklarında rahatça gezebilmek için, uyuduk.
10 Mart sabahı uyandığımızda ikimizin saatlerinde de bir gariplik vardı; sabah erken uyanabilmek için saatlerimizi kurmuştuk ama alarmlar bir saat geç çaldı o sabah. Sonradan öğrendik ki, yaz saati uygulamasına geçilmiş o gece.
8. Caddeden hop on-hop off turist otobüsüne binerek günümüze başladık. Otobüsümüz bizi iki gün boyunca şehrin her yerine götürecek; istediğimiz yerde inip, orayı gezip, bir başka otobüsle turumuza devam edebileceğiz. Tur şirketimiz, Grey Line New York Sight Seeing. New York'un finans ve kültür merkezi Manhattan'dayız. New York, "borough" denilen 5 kısımdan oluşuyor. The Bronx, Brooklyn, Manhattan, Queens ve Staten Island. Bunların hepsi, 1898 yılında tek şehir olarak birleştirilmiş.
Upper Manhattan (Uptown) boyunca Lincoln Center, Broadway, Amsterdam Avenue, Riverside Park, George Washington Bridge, Harlem, Central Park, Metropolitan Museum of Art, Cathetral of St John, Museu of Natural History ilk gördüğümüz New York mekanları. Ben içlerinde en çok Central Park'la ilgileniyorum, parkı görünce heyecandan ölüyorum. Simon & Garfunkel'ın yıllar önce bu parkta verdiği ve benim belki bin kere dinlediğim konser, sound of silence'ın ritmi, sesleri kulaklarımda, kalbimde. Park'ın batı yakası upper west side, doğu yakası ise upper east side olarak isimlendirilmiş. Cantral Park'ın doğu tarafındaki Metropolitan Museum of Art, otobüsten indiğimiz ilk mekan oluyor. Mert'in müzelere olan merakını çok seviyorum; birlikte keşfe çıkıyoruz şimdi. Müzeye girişte bilet fiyatını soruyoruz, "37 Dolar ama daha az ya da daha çok verebilirsiniz" diyor çekik gözlü, şirin görevli kız. Önce anlayamadım ne demek istediğini, Mert "1 Dolar versek de giriyoruz sanırım" dedi. O anda ağzımdan "20 Dolar olur mu?" cümlesi çıkınca geri dönüşü olmadı tabi, Mert haklıydı, ama olan olmuştu, 20 Dolar bağışta bulunmuş olduk yani müzeye :) Burası gerçekten bir sanat müzesi; adına MET de deniliyor burada. Ortam son derece aydınlık, iç açıcı. Ferah, geniş bir girişi var. Asya, Afrika, Avrupa, Amerika, tüm kıtalardan eserler sergileniyor müzede; eski Mısır çok etkileyici, özel bir galeride Mısır'daymışsınız hissi veren bir ortam yaratılmış. Kostümler ve muzikal enstrumanlar bölümleri başta olmak üzere her şey güzel. Picasso'nun "Head of a Woman" büstünü ilk bu müzede gördüm; görevliler, ince bir eldiven takmamız koşuluyla, bu büstün keskin köşelerini, kadının gözlerinin derinliğini hissetmemize izin veriyorlardı. Şovalye kıyafetleri de çok ilginçti, bu kadar çok çeşidi ilk kez gördüm. İki saatten biraz daha fazla süreyi bu müzede geçirdik sanırım. Tam anlamıyla her şeyi görebilmek için 3-4 günü burada geçirmek gerekir diye düşünüyorum.
Harlem konusundaki önyargılı yaklaşımıma Mert sinir oldu haklı olarak; Harlem'de inmeyi ve sokaklarında yürümeyi istedi, ısrarla "hayır, her yerde gezelim ama Harlem olmaz" dedim. Benim hatam mı şimdi bu önyargı? İzlediğimiz filmlerde ve okuduğumuz gazete haberlerinde Harlem çok şirin, çok eğlenceli bir yer olarak tanıtıldı da benim mi haberim yok? O gün Harlem'in içinden otobüsle geçtik sadece. İlerleyen günlerde bu önyargımı yavaş yavaş kırmaya başladım, önce Mert'in güzel hatırı için, sonra kendime kızdığım için. Bir gece Harlem'de caz dinlemeyi bile düşündük ama heyhat, gün boyu o kadar yok yoruluyorduk ki, gecelerde halimiz kalmıyordu gece aktiviteleri için. Bırakalım Harlem'i, şehrin merkezindeki klüplere bile gidip caz dinleyemedik. Bir daha New York'a gidebilirsek ilk yapılacaklardan biri tabi ki.
Günümüz devam ederken, ben Central Park'a girmek ve kaybolmak için can atıyorum. Müzede işimiz bitip karnımızı doyurduktan sonra Central Park'tayız. Hava buz gibi, iliklerimize kadar işleyen kuru bir soğuk var, ellerimizi cebimizden çıkaramıyoruz ama olsun, Central Park'tayız işte. John Lennon'ın "Strawberry Fields Forever" şarkısı, "Strawberry Fields Memorial" olarak Centrel Park'ta ! John ve Yoko, buraya yakın bir yerdeki Dakota Apartmanında mutlu mesut yaşarlarken, bir gün John evine giderken burada öldürülmüş. John Lennon anısına burada siyah beyaz, daire şeklinde biz mozaik yapılmış, ortasında "Imagine" yazıyor. John Lennon'un ölüm yıldönümünde buraya dünyanın çeşitli yerlerinden hayranları gelir, çiçek bırakırlarmış. Acaba hepsi birlikte Imagine'i söylediler mi hiç?
Rockefeller Center, bir sonraki mekanımız oluyor. Burada şahane bir puzpateni pisti var, kayanları izlemek çok keyifli. Biz de kaymayı düşündük aslında ama sadece giriş ücreti kişi başı 35 Dolardı, patenler için ayrıca ücret ödememiz gerekiyordu, vazgeçtik. Pistin çevresinde dünya ülkelerinin bayrakları dalgalanıyor. Top of the rock, binanın en tepesi; buradan gündüz ve gece New York manzarası görülebiliyor. Biz bunun için Empire State binasının 86. katına çıktık. Müthiş bir manzara; tüm New York resmen ayaklarımızın altında. Gökdelenleri tek tek seçip hangisinin hangisi olduğunu görebiliyoruz. Sanki uçaktayız.  Şehrin tam ortasındaki Central Park ve parkı çevreleyen gökdelenlerin fotoğraflarını çekiyoruz.  New York ve New Jersey arasındaki Hudson River (Hudson Nehri) bu yükseklikten müthiş görünüyor.
Sokaklar... Sokaklarda her milletten insan var ve o kadar çok birbirinden farklı dil konuşuluyor ki. İspanyolca çok duydum; Mert'i ve beni de her yerde İspanyol sandılar. Kanada'da Mert'i Meksikalılara benzetenler çok oluyormuş. Bir mağazada benimle ısrarla İspanyolca konuşan görevli, İngilizce konuşmasını rica ettiğimde "hala İngilizce mi konuşuyorsun?" diye sordu :) Sokaklar çok renkli, insanlar cıvıl cıvıl, hepsi farklı diller konuşuyorlar.  Restoran ve mağazalarda güler yüzlü, sempatik çalışanlarla karşılaştık hep; İtalya ve Fransa'daki profillerle karşılaştırdığım zaman arada dağlar kadar fark olduğunu düşündüm. İtalya'da bir sipariş verebilmek için 45 dakika beklememiz gerekmişti yemek yemek için oturduğumuz her yerde; siparişi asık suratlı insanlara veriyor ve gelmesi için de bir saat kadar bekliyorduk. Roma'yı çok sevdiğim halde bu durumdan çok rahatsız olmuştum. New York'da ise her yerde her an muhabbet vardı.
İlerleyen günlerde meşhur 5th Avenue, Downtown Manhattan ve China Town, Little Italy, 9/11 Memorial ve Battery Park, Wall Street, Soho, Greenwich Village, Tribeca ve Madison Square Garden'ı gezdik. China Town başlı başına bir olay. "Bu insanlar neden ülkelerini terk edip Amerika'da kendilerine bir dünya yaratmışlar" sorusunu ister istemez soruyoruz. Şaşılacak şey, Çin'e hiç gitmedim ama buranın Pekin'den farkı olmadığına bahse girerim. Çin'de kazanamadıkları parayı New York'ta bir günde kazanmalarıdır sanırım buna sebep. Tek kelime İngilizce konuşamayan insanlar. Kasapları, manavları, bakkalları ile burada kendi alemlerinde yaşıyorlar işte. O kadar büyük ki, boşuna "town" dememişler. Biz de hafiften kaybolduk; gerçek bir Çin lokantasında güzel bir Çin yemeği yedikten sonra, kendimizi Little Italy'ye attık :) Downtown o kadar eğlenceli ki, gezdikçe daha çok yer keşfedeceğinizi anlıyorsunuz.
9/11 Memorial çok etkileyici;  Dünya Ticaret Merkezinde ölen binlerce insanın anısına buraya iki büyük havuz yapılmış, havuzların kenarında hayatını kaybedenlerin isimleri yazıyor. Dünya Ticaret Merkezinin yerine şimdi Freedom Building (Özgürlük Binası) yükseliyor; yapımı bitmiş, sadece son bir kaç kat kalmış. Bittiği zaman, New York'un en yüksek binası burası olacakmış. Yıkılan ikiz kulelerin bulunduğu yere "Ground Zero" deniyor. Wall Street buraya çok yakın. Tüm binalar o kadar yüksek ki, aralarında ne kadar fark olacak acaba. Binaların yüksekliğinden güneşin ısıtamadığı bir şehir burası.
West Village’de J. St. Vincent’s hastanesi var. Dünya Ticaret Merkezi’ne en yakın hastane olduğundan, yaralıların çoğu buraya getirilmiş. İlginç olan ise; Titanik’ten kurtulanlar da buraya getirilmişler, rehberimizin söylediğine göre.
Ground Zero ve Wall Street, Staten Island feribotlarının kalktığı iskeleye de yakın; bu feribot ücretsiz ve Özgürlük Anıtı'nın hemen önünden geçiyor. Biz feribota bindik ama bir önceki gün Özgürlük Anıtı turu zaten yapmıştık. Staten Island'dan şehre dönüş yine feribotla olabiliyor ancak. Wall Street'te bir boğa heykeli var, borsanın bereketini simgeliyormuş. Bu heykelin yanında insanlar kuyruğa girmişler, ciddi bir düzen içinde boğayla birlikte fotoğraf çektiriyorlar.
Tur rehberleri bas bas Macys diye bağırıyor, unutmadan belirteyim. Daha önce adını duyduğum, Amerika'nın en büyük mağazası. Rehberler ısrarla sizi bu mağazalara çekmeye çalışıyorlar. "Mutlaka girin ve alışveriş yapın" diyorlar. İki kez girdim, ilkinde hiçbirşey almadım, basık, sıkıcı ve kalabalık geldi, 15 katın hepsine bakamadım bile. İkinci gidişim son güne denk geldi, Mert çoktan yola çıkmış ve Kanada'ya ulaşmıştı; bense gece yarısı havaalanında olacaktım. İşte o son gün yalnız olduğum için bari Macys'de dolaşayım, bu kadar ısrarla neden oraya gitmemizi öneriyorlar bir daha bakayım dedim, biraz alışveriş yaptım. Mağazada tek sevdiğim şey, daracık tahta yürüyen merdivenleri oldu. 
Dördüncü günümüzde Natural History Museum bize çok iyi geldi; yağmurlu ve soğuk bir gün olduğu için günün ilk yarısını bu müzede geçirdik. Bu müzenin 200'den fazla bilim insanı kadrosu varmış. Afrika'dan Kanada'ya doğada yaşayan, barınan hayvanları canlıymış gibi görmek, tek tek isimlerini okumak; kıtaların tarihsel yapılarını okuyup anlamak, doldurulmuş dinazorlar, kaplanlar, filler, örümcekler heyecan verici. Biz bu müzenin hakkını verdik ve çıkışta da kendimizi New York'un meşhur hamburgercisi Shake Shack'e giderek nefis bir menü ile ödüllendirdik.
Özgürlük Anıtı turumuz çok güzeldi; tekneden Manhattan manzarasına mı bakalım, anıta mı, yoksa köprülere mi bakalım derken başdöndürücü bir tur yapmış olduk. Anıta ve anıtı barındıran Ellis Adasına çıkış mümkün değil, 2012 sonunda yaşanan Sandy kasırgasında hem ada hem de anıt hasar gördükleri için geçici bir süre için kapatmışlar. Özgürlük anıtı neden bu kadar heyecan verici sahi?
3. günümüzde, büyük uğraşlar sonucu bulabildiğimiz indirimle biletimizle, şahane bir Broadway müzikali olan Once; 4. günümüzde ise The Wicked, bu seyahatin en unutulmaz anlarından ikisi oldular. Oz Büyücüsü'nün farklı bir yorumu olan Wicked müzikali izlemeye değer; dekoru muhteşem, oyuncuları çok başarılı bulduk. Once, İskoçyalı bir müzisyenle Çek bir göçmenin müzik aşkıyla birbirlerine yaklaşmalarını anlatan, çok sevimli bir müzikal. Tiyatroya girişte bizler yerlerimizi bulup yerleşmeye çalışırken, tüm oyuncular sahnede şarkı söyleyip dans ediyorlardı :)
Biz şehrin Downtown  tarafını sevdik en çok. Greenwitch Village (New York'lular buraya "the village" diyorlar) sokaklarındaki evler bizi bizden aldı. O kadar güzel bir semt ki, aklınızın kalmamasına olanak yok. Kiremit renkli ve siyah perforje demir trabzanlı, girişleri yüksek, yangın merdivenli evler sokakların iki yanında sıralanıyor. Amerikan filmlerinde gördüğümüz o şirin evler buradaymış meğer. Burada çok güzel restoran ve kafeler de var. Sıkılmadan saatlerce yürünebilecek  ve çok hoş fotoğraflar çekilebilecek semtlerden biri Greenwitch.
Alışveriş için Macys ve Century 21 çok ve ucuz seçenekler için önerebileceğim mağazalar olmakla birlikte, daha artistik bir manevra ile kendinizi Soho'ya yönlendirin derim :) Soho'yu çok sevdik ve birkaç kere dolaştık boylu boyunca. Soho, South Houston'ın kısaltılmış versiyonuymuş. Burada gökdelenleri görmeyişimiz bizi biraz sakinleştirdi galiba; İstanbul'un Cihangir'i misali, sanatçıların sevdiği ve yaşadığı Soho'yu çok sevdim. Bende bir sanatçı ruhu var zaten, sadece yanlışlıkla bankacı oldum :)
New York, kalemle hatları çizilmiş gibi bir şehir;  Manhattan'da öylesine düzenli, anlaşılır bir düzen var ki, isteseniz de kaybolmanız imkansız.
En çok Brooklyn Köprüsünü yazmak istiyorum aslında :) 6. günümüzde, sabah kalvaltısından sonra ilk iş iskeleye yürüdük, Staten Island vapuruna bindik, adaya kadar gidip geri döndük ve metroyla Brooklyn'e geçtik. Köprü, nehirden göründüğünden çok daha güzelmiş meğer. Belki en soğuk gündü, köprü yürüyüşünden sonra o gece yüzümün, yediği soğuk sebebiyle gerilişinin her anını hissettim bu köprü uğruna. Brooklyn tarafından başlayan yürüyüşümüz, Manhattan'a kadar sürekli fotoğraf çekmekle geçti. Köprüden her yer farklı güzellikte görünüyor görünmesine de, en güzeli köprünün kendisi aslında. Brooklyn ile Manhattın'ı birbirine bağlıyor bu tarihi köprü. Manhattan skyline tüm güzelliğiyle yine karşımızda. Köprünün bir yanı yayalara, diğer yanı bisiklet sürücülerine ayrılmış. Burada (soğuk olmayan bir havada) bisiklete binmek ne keyifli olurdu :) Bunu da planlamaya aldım, bir daha gelirsem...
MOMA (Museum of Modern Arts) tam bir modern sanat müzesi. Picasso ve Van Gogh resimleri başta olmak üzere tüm resimler ayrı güzellikte." 5th Avenue, 53. Caddede bu enteresan müze" şeklinde de bir tarif verebilirim :)
Dünyanın hemen her ülkesinin yemeklerinin bir tarafta, Amerikan kafe ve restoranlarının diğer tarafta sıralandığı Hells Kitchen, ister yemek yemek, ister ayak üzeri yiyip içmek, etrafı izlemek için gidilebilecek, harika bir mahalle. Times Square'dan yürüyerek 5-10 dakikada ulaşılıyor.
New York'taki son iki günümüzde uzun yürüyüşler sırasında keşfettiğimiz mahallelerden biri de Chelsea. Burada bir Chelsea Market var ki içine iyi ki girmişiz dedirtti bize. Burada kafeler ve küçük küçük restoranlar, bir kitapçı, pastaneler ve bir de mutfak eşyalarının satıldığı çok geniş bir mağaza var. Olay altı üstü bu olmakla birlikte, dekoru, renkleri, ambiansı farklı işte. "Bir market nasıl bu kadar çekici hale getirilmiş" diyebilirim sadece.
Chelsea'ye çok yakın Meatpacking District'te biz gündüz uzun bir yürüyüş yaptık etrafımızdaki her mekanın güzelliğine dalarak. Burada eskiden et soğutma depoları varmış. Yaklaşık 10 yıl önce sanatçıların buraya el atmasıyla semtin tüm görüntüsü resmen dönüşmüş. Böyle bir tarihsel durumun aksine, restoran ve barların gece kalabalık ve hareketli olduğundan eminim, tekrar gelirsek buraya bir gece... :) Chelsea, Tribeca, Soho ve Greenwich dörtlüsü New York'un en cool semtleri oldu bizim için. Turistik olmayan, özgün, farklı, renkli, sade muhitler buralar.
Bu yazı bitmeyecek ve sonsuza kadar ben yeni cümlelerle yeni mekanları anlatıyor olacağım sanki, aynı New York'un hala keşfedilecek onlarca mekanı olduğu gibi.
Canal Street, başka bir dünya. China Town yakınlarında, çoğunlukla Çinlikerin ve Hintlilerin satış yaptığı cıvıltılı bir cadde burası. Lüks bir mağaza yok, aksine inanılmaz ucuz her şey burada. Ana caddelerde 15-20 Dolar vererek alınabilecek tişörtler burada 5 Dolar'dı. Ama bu dükkanların önünden sakince geçmek olanaksız; kolunuzdan çekiştiriyorlar, ısrarla içeri girip alışveriş yapmanızı istiyorlar.
Trafik felaket, aklı olan bu şehirde araba kullanmaz. Zaten her yere giden metrolar varken neden arabaya ihtiyaç duyulur anlayamadım. Sürücüler de şaşılacak derecede agresif, hataya tahammülleri yok, yeşili beklemeye de; sarıyı gördükleri anda basıyorlar kornaya, bu durumu bize mahsus sanırdım, çok yanılmışım. Sadece bir kez taksiye bindik, deneyim olsun diye; şoförümüz Türk'tü. Bize Ankara'yı sordu, 22 yıldır orada yaşıyormuş. Ambulans ve itfaiyeler bize mi denk geldi, yoksa gerçekten bu kadar sık mı ihtiyaç duyuluyor, anlayamadım. Hemen hemen herkes köpeğiyle dolaşıyor; sanki tek başlarına köpekleriyle bir hayat kurmuşlar gibi. Hava o kadar soğuk ki, hemen her yaşta insanlar ceplerinden ya da çantalarından çıkarıverip, sürekli dudaklarına nemlendirici sürüyorlar, rutin bir alışkanlık haline gelmiş sanki. Sturbucks, resmen adım başı. İnternet için içeriye girip, işinizi halledip çıkabilirsiniz. Sadece uyumak için girenler de var. New York'ta 250-300 tane Starbucks varmış, rehberimizin yalancısıyım.  Haftasonları Times Square tam bir curcuna oluyor; Elvis(ler) orada, Marlyn Monroe orada, buz gibi havada bikinisi ve elinde gitarıyla sokaklarda dolaşan kız orada... Metro müzisyenleri ve sokak dansçıları şehrin olmazsa olmazları.
Central Park'ın küçük ama süper bir hayvanat bahçesi var. Onların deniz arslanı, bizim fok dediğimiz sevimli hayvancıkların şovunu çok sevdik. Beğenilmekten o kadar mutlular ki, yaptıkları her hareketin üzerine kendilerini izleyen insanlardan alkış bekliyorlar. Kutup ayısının yalnızlığı hüzünlü, bir yanından iki kez geçtik, hep uyuyordu.
Son günümüzde ilginç bir festival yaşadık. 16 Mart, St Patricks Day. Aslında 17 Mart ama Pazar gününe denk geldiği için bir gün önce kutladılar. Bunun sebebi neydi tam olarak anlayamadım; Pazar gününü ibadete ayırma geleneği olabilir. Böyle bir gün kutlandığını bilmiyordum. Hem de ne kutlama ! 5. Caddede kutlama olacağını, bu günün renginin "yeşil" olduğunu öğrenince, kendimize birer yeşil atkı, bir de komik bir yeşil gözlük aldık. O gün caddeye doluşan insanların yemyeşil ve çok yaratıcı kılıklarını görünce, biz çok sade kaldık tabi. 5th Street o gün tören için trafiğe kapatılmıştı ve caddenin iki yanında insan seli oluşmuştu. Cadde, rengarenk grupların etrafa el sallayarak, bandolar eşliğinde yaptığı yürüyüşle şenlenmişti. St Patricks Day aslında İrlandalılara özgü bir günmüş. "17 Martta herkes İrlandalı" sloganıyla Amerika'da bir hayli coşkulu kutlanıyor işte :) Öyle ki, Empire State binasının tepesi o gece yeşildi.
Son günümüzde bir de film izledik, Lincoln Center'da bir sinemada. Broadway'de The Wicked izlemiştik, sinema için seçtiğimiz film de Muhteşem Oz oldu. ilmde de yine farklı bir hikaye, farklı bir yorum vardı. Film durumları böyle iken, sinema bambaşka orjinallikteydi. Kocaman bir giriş, kocaman bir salon. Salonların giriş kapıları farklı farklı, renkli renkli, dekoratif. Bir orjinal durum da biletlerle ilgili. Yer numarası yok, istediğiniz yere oturuyorsunuz. Film arası da yok, bölünmeden filmi izliyorsunuz.
Bitirmeliyim artık, unuttuğum mekan ve olaylar varsa onları da eklerim mutlaka, alınmasın üzülmesinler. Bu güzel şehri hakkını vererek gezdik, günlerin içine sokaklar, caddeler, mekanlar sığdırdık ve bir daha gelmek istedik ayrılırken...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder