“19 Nisan’da Buenos Aires’te tıp kongresi var, birlikte gitmeye ne dersin?” Sorusunu eşim sorduğu anda yolculuk zihnimde başladı. Gitmeyi ve gündelik yaşamlarını, yiyip içtiklerini, nasıl yaşadıklarını, insan ilişkilerini, doğal güzelliklerini eskiden beri çok merak ettiğim bu çok uzak coğrafyayı görmeyi çok istedim. Birkaç gece üst üste google’da “Buenos Aires, Latin America, Evita” aramaları yaptıktan sonra kıtayı baştan aşağıya gezmiş ve pek çok kuş uçmaz kervan geçmez noktasını görmüş bir gezginin kitabına rastladım Dost Kitabevinde, hemen aldım ve bir solukta okudum. Latin Amerika’nın en prestijli kentinin Buenos Aires olduğu, isminin “Güzel Havalar” anlamına geldiği, 9 Temmuz Caddesinin (Avenida 9 de Julio) dünyanın en geniş caddesi olduğu, caddenin orta yerinde ülkenin bağımsızlık simgesi olan, ülkenin kalbinin attığı, sevgililerin buluştuğu bir Obelisk (bir tür dikilitaş) bulunduğu, zengin ve yoksulun futbol savaşları, futbolun bu ülke insanları için ne demek olduğu ve daha nice ilginç bilgileri hep bu kitaptan öğrendim, gitmeden önce; eşimin 2 yıl önce Buenos Aires’te yine bir kongreye katılmış olması, döner dönmez “öyle güzel, öyle canlı bir şehir ki, bir gün mutlaka birlikte gitmeliyiz” cümlesi, bizi bu şehire daha da yaklaştırdı aslında; bu unutulmaz seyahat, bu güzel dilek sayesinde kısa sürede gerçekleşti.
19 Nisan sabahı, henüz İzlanda üzerinde patlayan volkanın külleri tüm Avrupa hava sahasını kapalı tutmaya devam ederken, biz THY’nin, 14 saat sürecek olan İstanbul-Sao Paulo (Brezilya) uçağına bindik ve Afrika üzerinden uçarak, Latin Amerika’nın en büyük, dünyanın ikinci büyük kenti Sao Paulo’ya ulaştık. Geceyi ve bir sonraki günü burada geçirdikten sonra TAV havayolları ile 3 saat yol alarak Buenos Aires’e indik. Sao Paulo’dan aklımda kalanlar; devasa bir şehir, çok katlı iş merkezleri, finans merkezi, muhteşem binalar, vücutlarını reklam panosu olarak kullanan birkaç kişi, şehrin en merkezi bölgeleri dahil olmak üzere sokaklarda uyuyan onlarca perişan insan. Belki de Ankara’mın Ulus meydanıydı orası. O devasa binalardan biri olan Banespa Building’in (Bank of the State of Sao Paulo) 33. katına, güvenlik eşliğinde çıkılabiliyor ve 5 dakikalığına da olsa tüm şehri buradan gözlemleyebiliyorsunuz. Bunun için pasaportunuzu bina girişindeki güvenlik görevlisine mutlaka tanımlatmanız gerekiyor.
Buenos Aires’e gece geç saatlerde ulaşabildiğimiz için şehri ilk keşifler ertesi sabah başladı. Otelimizin, 9 Temmuz Caddesi’ne ve Obelisk’e çok yakın olmasının ne büyük bir avantaj olduğunu fark etmemiz uzun sürmedi, kısa sürede caddenin büyük bir bölümünü gezdik… İlk gözüme çarpanlar, sık aralıklarla konumlanmış gazete-dergi bayileri ve her bayinin hemen yanında bulunan çiçekçilerdi. Bu bayilerin hemen hepsinde Boca Juniors ve River Island takımlarının farklı renk ve modellerde flamalarını bolca görüyorsunuz. Caddeyi boylu boyunca turladıktan sonra, şehrin en populer mekanlarından biri olan Florida Caddesine girdiğimizde, ellerinde broşürleri sizi tango show’lara bilet almak üzere yolda durduran insanlar görüyorsunuz her köşe başında. Charly’de bu insanlardan biriydi, bizi şehirde nadiren rastlanabilecek, nispeten düzgün İngilizcesi ile, o gece Piazzola Tango Show’a, yarım günlük şehir turuna ve ertesi gün de Tigre nehir gezisine yönlendirerek çok iyi bir iş başarmış oldu.
Her anı çok özel, çok güzel olan Buenos Aires gezimizin bana göre en ilginç, en unutulmaz mekanları; Piazzola Tango Show, Cafe Tortoni’nin muhteşem ambiansı ve son gece Cafe’nin alt katında izlediğimiz tango, La Boca (Caminito) mahallesi, Evita Müzesi, Eva Peron’un da mezarının bulunduğu, şehrin en şık semtinde bulunan Recoleta Mezarlığı, sanatçılar ve antikacıların mekanı San Thelmo ve elbette Pilaza del Mayo Meydanı oldu. Hepsinin hikayeleri var, yaşanmış anları, hüzünleri, coşkuları var, geçmişten izler var her yerde… Örneğin, Eva Peron’un mezarı, göründüğünden çok daha ihtişamlı olmasını beklerdim ama sanki görünmesin diye uğraşılmış, kenarda bir yerlerde kalmış, nedeni de sanırım halkın Peron dönemine çok önem vermemesi, hatta hatta o dönemi hiç hatırlamak istememesi. Örneğin Plaza Mayo Meydanı. Ülkenin tarihinin bu meydanda gizli olduğu hissi veriyor. Devlet Başkanlığı Sarayı’nın bulunduğu pembe ev burada (Casa Rosada). Peron’ların kalabalıklara nutuk attığı ünlü balkon da pembe evin balkonlarından biri zaten. Balkona adım attığım ilk anda (Bu arada içimden Don’t Cry For Me Argentina’yı mırıldanıyorum tabi), Evita filminde Eva Peron’u canlandıran Madonna’nın balkona doğru süzülerek geldiği ve halka hitaben şarkı söylemeye başladığı o gürüntüler gelmişti aklıma, artık kendimi Evita mı sandım yoksa Madonna’mı, kim bilir. Pilaza Mayo’nun adı 1977 yılından sonra Madres Meydanı, yani “anneler meydanı” olarak değişmiş; 1976 darbesinden sonra kaybolan ve bir daha kendilerinden haber alınamayan insanların acılı anneleri, 30 yıldır kayıp olan çocuklarının anısını yaşatmak için her Perşembe günü bu meydanda toplanırlarmış.
Asıl tangonun doğduğu mahalle olduğu söylenen La Boca, Buenos Aires’in bence en güzel semti. Italyanlar zamanında burayı La Plata Irmağı’nın ağız kısmı olarak gördüklerinden, “ağız” anlamına gelen La Boca demişler. Eski püskü evleri rengarenk boyamışlar, balkonlarına da ülkenin ünlü isimlerinin komik komik mankenlerini koymuşlar; Maradona, Eva Peron, vs.
Mahallenin Caminito adlı bölgesinde sizi kruvaze ve çizgili ceketli, fötr şapkalı genç erkekler ve derin yırtmaçlı, uzun file çoraplı genç bayanlar hemen yörüngelerine alıyorlar, maksat onlarla birlikte birkaç tango pozu vermeniz, resimler çekilmesi ve bu arkadaşların da cep harçlıklarını kazanmaları. Doğrusu önce biraz çekimser kaldım ama Ertuğrul’un verdiği cesaretle biz de kendimizi tango pozları verirken bulduk; çok eğlenceli, çok komik bir anı olarak kaldı. Tangolar ya gitar, ya keman, ya da Bandaneon denen akerdeona benzer bir enstrumanla çalınıyor, dansçılar gün boyu bu işi yapıyor olsalar da dansın o güzelim duygusunu bize vermeyi başardılar, artık ortamın farklılığından belki de, biz izlediğimiz her danstan etkilendik… Burada bir de “çakma Maradona” göreceksiniz eğer yolunuz bir gün düşerse. Maradona’ya benzerliğiyle ünlenmiş bir şahsiyet, mavi-beyaz forma üzerinde, tüm gün turistlerle fotograf çektiriyor, karşılığında da, gönlünüzden ne koparsa. Meraklısı için bir not: Caminito girişinde orijinal, ressamından imzalı, birbirinden hoş, ülkenin renklerini çok güzel yansıtan resimler var, ilaveten hediyelik eşya standlarıyla biraz da Ortaköyvari.
San Thelmo. Şehrin “entel”leri burada hissi yaratan bir semt. Birbirinden canlı cafeler, restoranlar buradaydı, harika bir öğle yemeği yiyip, tango izleyip hafif çakır keyif ve çok mutlu “hoşçakal San Thelmo, see you later” dediğimiz mekan.
“General Juan Domingo Peron ile evlendiğinde hafifmeşrep damgası yiyen, öldükten sonra neredeyse azize ilan edilen” Eva Peron’un evi müze olmuş ama ölümünden neredeyse 50 yıl sonra. Çok sade bir mekan, her taraf fotograflarla ve Eva’nın birbirinden şık elbiseleriyle dolu; yine de müzenin bir şeyi eksikti, ruhu belki.
Cafe Tortoni, bu şehirde mutlaka görülesi bir mekan. Kahve içmek, dinlenmek için gidiyorsunuz ama kapıda sıra bekliyorsunuz, yaşlı garsonlar birer ikişer içeriye alıyorlar bekleyenleri, maksat içeride bekleme kalabalığı yaratıp kahve keyfi yapanları huzursuz etmemek. Tortoni’nin epeyce hikayesi var, çok ama çok eski. Bir özelliği daha var, o da Paris’teki Cafe de Flore ile kardeş cafeler olmaları.
Son olarak, Arjantin etlerini biraz anlatmam lazım, çünkü inanılmazdı bu etler, ne de olsa çok ünlüler. Et restoranlarının hepsinin önünde bir camekan, bu camekanda çarmıha gerilmiş hayvan gövdesi, döne döne pişiyor. Biraz vahşi, oldukça ilginç. Porsiyonlar inanılmaz büyük, fiyatları ise inanılmaz ucuzdu.
“Güzel havalar”ın, protestoların, gösterilerin, dansın, başkaldırının kenti Buenos Aires. Gezerken yorgun düşmüş olsam da çok sevdim seni.