1 Ekim 2014 Çarşamba

Karışık (12 Mart 2012)

Kendimi, ailemi, sevdiklerimi, değerlerimi, değerlerini, değerli olanı düşünüyorum da...
Her şey bir anda anlamsız geldi..
Ben bana bir gün rastlasam bir tenhada
Çok ama pek çok sözüm var benim bana
...

Öyle Zamanlardan Biriydi) 17 Ocak 2012

1983 yılının 15 Kasım sabahını hatırlıyorum... Girne Anafartalar Lisesi 2. sınıf öğrencisiydim. O sabah Fizik sınavımız vardı. Her sınav sabahı olduğu gibi, o sabah da erkenden okuldaydım. Saati geldiğinde sınıf sıralarımıza girdik. Birden garip bir şey oldu. Bir kalabalık oluştu karşımızda. Tüm hocalar, ellerinde bayraklarla ana kapıdan dışarıya çıkıyorlardı. Biz anlayamadık ne olduğunu, birbirimize bakar ne olduğunu anlamaya çalışırken, okulun müdürü mikrofonu aldı eline, sesinin en gür tonuyla ve tabi ki coşkuyla bağırdı: "Sevgili öğrenciler, KKTC bugün resmen ilan edilmiştir, milletimize hayırlı olsun"....
Bir anda okulun bahçesi karıştı, ağlayanlar, zıplayanlar, bağrışanlar :) Herkes o kadar mutluydu ki, o anı yaşadığım için ben de çok mutluydum.
Rauf Denktaş ne yapıp edip ulusunun bağımsızlığını ilan etmişti... Kıbrıs'ta yaşadığımız iki yılda kendisini bir kaç kez sokaklarda fotoğraf çekerken görmüşlüğüm vardır :) O kadar karmaşık işlerinin, seyahatlerinin arasında, her fırsatta fotoğraf çekerdi, bu onun hobisiydi, bilmeyen yoktur bunu sanırım, ben de rahmetliyi çalışmaları esnasında görmüş inanlardan biriyim. Rahmetli babam çok severdi Rauf Denktaş'ı.
Özveri, kararlılık, vatan sevgisi... Işıklar içinde dinlensin artık rahmetli Denktaş :)
 

Yaşamın Herhangi Bir Noktası (5 Ocak 2012)

"Yaşamın herhangi bir noktasında hepimiz bir krizle karşı karşıya kalabiliriz"
Irvin Yalom'un Aşkın Celladı kitabından alıntı bir cümle.... Yaşamımız hikayelerden ibaret; büyüme, aşık olma, acı çekme... Önce okulda, sonra kariyerde başarı.... Sevgi, saygı, hoşgörü, güven, özlem... Öfke, kızgınlık, kafa karışıklıkları... Sonra özgürlük, istisnasız her yaşta ve her koşulda vazgeçemediğimiz, hep bizim olsun istediğimiz...  Kendi hayatının lideri olmak ister her insan, bunu ister her davranışına yansıtır, ister içselleştirir, ama illa ki yaşamının önemli bir parçasıdır... Severim ben de özgür olmayı, en azından düşüncelerimde...
Hayatın karşımıza çıkardıklarını düşünüyorum da, bunca talepkar yaratıklar olmamıza rağmen, hayatın karşımıza çıkardıklarını ciddiye mi alalım, yoksa gülüp geçelim mi? Derin bir konu aslında, felsefe konusu, bilmem bu konuda söyleyecek bilimsel sözü olan insanlar ne derler, ben kendime bakayım... Ben derim ki, ciddiye aldıklarım, iki gün sonra, gülüp geçilesi hale geliyor :)

Bir Öyle Bir Böyle (4 Ocak 2012)

Kum taneleri rüzgara değdiği zaman dans etmeye başlar, birbirlerine karışırlar, bu yüzden de bir yere bağlı kalamazlar, sürekli yer değiştirirler, böyledir yaşamdaki varoluşları...
Bir kum tanesi olsaydım...

Doğum Günün Kutlu Olsun Oğlum (22 Aralık 2011)

Oğlum bugün 18 oldu.... 18 yıl önce bugün, onu ilk kucağıma aldığım an, sanki hayata onunla başladığımı düşünmüş, gülmüştüm :) Şanslı, dostlarla çevrili, güzel, anlamlı bir hayata devam etmeni, vefalı, anlayışlı, duyarlı ve tabi, şu an olduğun gibi, tatlı bir insan olarak, kendini daima iyi ifade edebilmeni diliyorum Mert'cim... İyi ki doğdun :)

Yakştırmalar (27 Kasım 2012)

Bazen çok takılıyorum, insanlar hatta çok yakın çevrenizdeki insanlar, bir tutumunuzu, bir davranışınızı odaklarına alıp, ya burcunuzla ilişkilendiriyorlar ya da genlerinizle.... Bazen her ikisiyle de :) Tepkilerim, tavırlarım sadece bana ait olamaz mı? Mutlaka bir nedeni ya da bir geçmişi mi olmalı? "Annesine çekmiş, bundan dolayı böyle yapıyor".... "O bir Başak burcu insanı, bu burç insanları bunu hep yapar.... !!!!"  Yazının başlığını bu yüzden Yakıştırmalar koydum, başka ne olabilir ki? Beni sınırlayan herşeye karşıyım artık :)

Gençlik ((21 Kasım 2011)

18 yaşına girmek üzere olan oğlumun geleceğe dair heyecanları, korkuları, endişeleri, hayalleri beni umutlandırıyor, neyse ki diyorum, bu güzel duyguları yaşayabilen bir oğlum var...

Gece Evde Vakit geçirmek Güzeldir (20 Kasım 2011)

Gece insanı olduğumu söyleyemem ama seviyorum geceleri :) Bir nedeni yok, sadece kendimi iyi hissediyorum...  Bu gece Murat Belge'nin gezi yazılarından oluşan bir kitabından birkaç sayfa çevirdim, Başka Kentler Başka Denizler... Van Gogh müzesini gezmiş Amsterdam'da, yaşarken değeri bilinmeyen sanatçılardan biri olan, hatta yaşarken sadece bir resmi satılan ve hakkında sadece bir tek yazı yazılan ressam... Amsterdam'a 2 sene evvel gittiğimiz zaman çok istemiştim bu müzeyi gezmeyi, çünkü sadece Van Gogh'un resimlerinin sergilendiği bir müze; yolu ters geldi, uzak geldi, hadi eksik kalsın dedik, kanallarda salınmayı tercih ettik, bence çok da iyi yaptık, ne keyifti.... Neyse, bir sonraki Amsterdam seyahatimde, tabi böyle bir şey olursa eğer, ilk bu müzeye gitmek istiyorum.... İyi geceler...

Casa, Bizim Dilde Ev (19 Kasım 2011)

Evde vakit geçirmeye başladığı zaman ne yapar insan? Film izlemek, TV izlemek, sağda solda gezinmek, dolap yerleştirmek, dergi gazete kitap okumak, artık hangisini canı isterse… Mutfakta vakit geçirmek, günün standart yiyeceklerini hazırlamak ya da değişik lezzetler denemek? Uzanmak, kestirmek, tembelliğin dibine vurmak, hatta boş boş TV’ye ya da tavana bakmak… Hepsi güzel, hepsi insanca bence. Evde vakit geçirmek son bir kaç gündür yaptığım bir şeydi. Hayatı hızlı yaşayan, iş yerinde, sokaklarda sürekli koşar adım yürüyen, hep hızlı hep telaşlı bir insan için ev bazen çok sıkıcı da olabilir. Ben o hız dünyasında yaşayan biriyim, o hayatımı çok seviyorum, ama kısacık süreliğine de olsa ev hayatı fena değildi dostlar 
:)

Sis... (Kasım 2011)

Sis herkesi biraz ürkütür, öyle bir hali vardır... Sisin içine girdiğiniz zaman artık bilinmezin içinde, dipsiz bir kuyuda, hayalin içinde gibi hissedersiniz, göz gözü görmez ya hani, gözle görünmez hiç bir şey... Cesaret edemem sisi delip geçmeye, kalırım öyle... Dün gece sisler içindeydik, bembeyaz bir bulutun içinde. Ben sisten hep korkardım, arabanın içinde yakalandıysam sise, gözlerimi kapatmak isterdim, geçene kadar beklemek... Dün gece öyle olmadı, çünkü güvendeydim, evin içindeydim, çok yüksekten sisi seyrettim, ilk kez şehirdeki sis bana hoş göründü; sabah olduğunda her şey yerli yerindeydi, sis yoktu.

Müzk Dinlerken (2009)

Sevdiğiniz bir şarkıyı en fazla kaç kez dinlersiniz hiç düşündünüz mü? Severek, anlayarak, duyarak dinlediğim şarkıların içine girdiğim zaman, kendi durduğum yere bir bakarım ben, ben nerdeyim sözler nerde diye.. Sözler mi daha çok etkiler beni, nameler mi... İçinde hiç sözcükler cümleler geçmeyen nağmelerde kaybolmak da bazen çok güzel olur, mesela Blowing in the Wind... Sözlerini çok severim, şarkıyı çok severim, ama sadece müziği duymak da yeter bana...

Kendi Kişisel Tarihim (Merhaba Hayat)

1965 de doğdum, 1970 li yıllarda geçti ilk çocukluğum. Apartman komşularının kapılarını genellikle açık bıraktığı, evlerin, mutfakların, giysi dolaplarının neredeyse tüm apartmanca ortak kullanıldığı, muhabbetin bol olduğu, herkesin birbirini daha çok gördüğü, akrabalık bağlarının daha güçlü olduğu, eğitim hayatının daha kolay daha keyifli olduğu.... yıllar. Sokakta arkadaşlarımla büyüdüm ben, evde mutlu bir çocuk olmama ve yaşlarımızın çok yakın olduğu bir kız kardeşim olmasına rağmen, sokakta arkadaşlarımla birlikte olmaktan daha çok sevdiğim bir şey yoktu. Arkadaşlarım için canımı verirdim herhalde :) Eve sadece yemek saatlerinde girerdim :) Ya da, çok sevdiğim bir TV programını kaçırmamak için... Mesela, Heidi için, Oyun Treni ya da Pilli Bebek için :) Ders çalışmak daha sonra gelirdi, akşam yemekten sonra hallolurdu... Şimdi öyle değil, rekabet korkunç, nasıl bu hale geldi her şey... İnatçılığım evin içinde çok konuşulurdu, beni hep biraz inatçı buldular bizimkiler, bence abartıyorlardı, sadece"istediğim olsun" derdindeydim, olmazsa çok sinirlenirdim.
Kız kardeşimle ilişkimiz fena değildi, kıskançlık falan yoktu da, farklı şeylerden keyif alırdık... Gülgün, benim kadar sokaklara düşkün değildi, evde ne yapardı bilmiyorum...  Onu severdim, şimdi hatırladığımız zaman beni güldüren, onu ise hala kızdıran şeyler yapardım. Bazı geceler uyanır, "korkuyorum, benimle uyur musun" derdi, asla yanına gitmez, hatta korktuğu için ona terslenir, arkamı döner uykuma devam ederdim... Şimdi olsa daha merhametli davranırdım, ama o zaman "korkmak" bana komik, salakça gelirdi :) Bugünkü merhametli tavrıma, anne olduktan sonra kavuştum :)
10 yaşıma kadar biraz Ankara'da biraz İstanbul'da yaşadık, ilk gittiğim okulun ismi biraz uzundu, "Şehit Kamil" kısmını hatırlıyorum, İstanbul'daydık... Kısacık saçlı, hep pilili ve pütükareli, mini etek giyen, çok şirin bir öğretmendi ilk öğretmenim, keşke ismini de hatırlayabilseydim. 2. ya da 3. sınıfta Yıldız İlkokuluna gittiğimi sanıyorum, yine İstanbul tabi. Bu okulda bale derslerine yazdırmışlardı beni, çünkü herşeyden çok istemiştim bunu. Siyah mayo, siyah külotlu çorapla dans ediyorduk... Mayolu dersler yavaş yavaş bitip kabarık bale kıyafeti giymeye başlayacağımız dönemde semt değiştirdik, o yıllarda  oturulan semt değişince okul da değişirdi, bende de aynen öyle oldu, bale macerası da bitti gitti. Bu kez "ben müzik okumak  istiyorum, konservatuarda okumak istiyorum" diye tutturdum, annemin elimden tutup beni konservatuara yazdırmaya götürdüğünü hatırlıyorum, ama neden bu işin olmadığını bilmiyorum... Rahmetli babam pek istememişti, en büyük etken bu oldu. Müzik adına hiç bir şey yapmadım diyemem, uzun yıllar mandolin çaldım, kurslara gittim, kendimce besteler yaptım, şarkılar söyledim, tabi bir de zoraki flüt çaldım, bilirsiniz :)
İlkokul 5. sınıfı İzmir'de okudum, annemin mezun olduğu Hakimiyeti Milliye İlkokulu. Ananemin Göstepe'deki evindeydik o yıl, mutluydum, seviyordum İzmir'i, harika arkadaşlarım vardı orda. Ayşegül, Nilgün, Hakan.... Ayşegül'le 2-3 senede bir haberleşiyoruz, Nilgün nerede yaşıyor, bilmiyorum. Ailesi tutucuydu biraz, kısıtlı saatlerde sokağa çıkardı... Sokağa çıkmak :)
Sonra Ankara yılları başladı... Yenimahalle, Güven Ortaokulu... Biz Şebnem Apartmanının  en üst katında, Meltem'ler bizim alt katımızda, Ayşenur'lar giriş katında otururduk.. Meltem, kendimi bildim bileli arkadaşımdı, çok anlaşamasak da hiç ayrılmazdık, severdik birbirimizi :) Ayşenur'u ve tabi kardeşim bildiğim kardeşlerini o yıl tanıdım, bir daha da hiç ayrılmadık, fiziken ayrıldık tabi, kalben ayrılmadık, demek istediğim. Ülke sınırları dışına çıktığımız, farklı coğrafyalarda okuduğumuz bir dönem oldu hepimizin hayatında, uzun bir müddet mektuplaşamamıştık, bir gün Ayşenur'dan zehir zemberek bir mektup aldım, "sen ne biçim arkadaşsın, neden bana yazmadın, neden uzaklaştın, bu yaptığını asla unutmayacağım" cümlesini, belki kendisi hatırlamaz, mektubu saklayamadım ne yazık ki, okuduğum an gözlerim dolmuştu, utanmıştım, kendimi ona affettirebilmek için sayfalarca döşenip yanıtlamıştım mektubunu.... Ayşenur çok güzel resim yapar, çok güzel de kopya verirdi, sınavlarda, yakalanmış olsak da :) Çok güzel gülerdi, çok neşeli,  çok tatlı, can arkadaşımdı, hala öyle, ne kadar şanslıyım :)
Güven Lisesinin hayatımda özel bir yeri vardır. Güzel, akıllı, deli dolu arkadaşlar, sevdiğim için unutmadığım hocalar... Ortaokula bu okulda başladık. İlk yılım benim için biraz işkence olmuştu, derslerin her birine farklı hocaların girmesi başımı döndürmüştü, uzun bir süre alışamadım bu duruma, ne komik... Ayşenur'la ingilizce çalışırdık, katıla katıla gülerdik halimize sonra. Koltuk tepesinde tüneyip, elimizde kitaplarımız, birbirimize komutlar veriyorduk, "Shut the door, Ayşenur" ! Kapıyı kapattıysa,  bu iş tamamdı, halletmiştik :) Güven Lisesi hala yerinde duruyor, ismi Yahya Kemal Lisesi olmuş. Ben ortaokulu bitirdikten sonra ayrıldım, göç yine İstanbul'aydı. İyi bir okuldu, mezun arkadaşlarımın hepsinden yıllar sonra yahoo vasıtasıyla aldığım haberlere göre süper üniversitelerden mezun olmuş hepsi, doktorlar mühendisler :)
Yazının devamı yine İstanbul, Yenilevent Lisesi dönemi, 1980 yılı ve sonrası olacak.

Kendi Kişisel Tarihim (Lise)

Lise yıllarım biraz uzun sürdü, yani gereğinden uzun... Yenilevent Lisesinde başladı, Londra yakınlarındaki Camberley kasabasının Collingwood Lisesinde devam etti, Islamabad Kolejinde sonlandı, araya Girne'deki Anafartalar Lisesini sığdırdım bir de :) Elimde olan bir şey değildi, ailevi zorunluluklar diyelim... Collingwood süperdi; Norveçli bir arkadaş edinmiştim orada, İngilizcemiz berbattı, beraber öğrendik her şeyi... İsmi Nina'ydı, çok şirindi... İngiliz sınıf arkadaşım Victoria'yı hatırlıyorum, bana sürekli fıkralar anlatırdı, anlasam da anlamasam da çok eğlenirdik birlikte... Police şarkıları dinlerdik... Evlerinde müthiş bir piyano vardı, bir ziyaretimde Erol Evgin'den "bir tanem söyle canım ne dilersen dile benden" şarkısını çalmıştım ona ve ailesine, piyanoda böyle şarkıları hala çalarım, kendi yöntemimle :) Hayatımda ilk punkları burada görmüştüm, 1981 senesinin punkları, en hasından... Okulda pişirdiğim Christmas kekini hatırlıyorum, 4 saatte pişmişti galiba, içine hemen herşeyi koymuştum... Okulda yemek pişirme dersi vardı, o zaman zoruma gitmişti, aslında çok eğlenceliydi... Islamabad'da gittiğim okul evlere şenlikti, Gülgün de ben de başlarda çok sıkılmıştık... Zamanla aşıldı tabi, arkadaşlar sağolsun... Okulun han duvarı kıvamındaki kapılarını ve bu kapılarda bekleyen yaşlı ve aksi bekçileri nasıl anlatsam, tek kelime ile korkunçtu... Bu adamların tek görevi, kızları tek başına okul dışına bırakmamaktı... Namus bekçileri yani; ordaki isimleri, babaci... Sevimli bir isim, ama olmaz olası bir şahsiyet... Hatırlıyorum, bir defa fena tersledim bu adamlardan birini, bir daha karışamadı, hatta bana doğru bakmadı bile :) Bizim gibi yabancılar vardı okulda, Kore'den, Irak'tan, Arnavutluk'tan, Mısır'dan... Bu okul aslında benim için önemlidir, üniversiteye hazırlandım burada öğrenciyken, zor yıllardı...
Anafartalar Lisesi, Girne'nin göbeğinde, tam bir piyasa okuldu diyebilirim... Bitti zili çalar çalmaz bütün kızlar eteklerini üç kat yukarı katlar öyle çıkarlardı okuldan; ya Rocks Otelin diskosuna, ya da mendireğe... Eh ben de bu modaya biraz uydum, yaş 17-18, nasıl uyulmaz :) Dünyaya kafa tuttuğumuzu sandığımız yaşlarımız... Bazen rock, bazen rock&roll, bazen de reggie konserleri olurdu, tam bir gençlik coşkusu yani...
Yenilevent Lisesinde başladığım lise hayatım işte böyle maceralarla doludur... Yenilevent Lisesinin bana en güzel hediyesi sevgili arkadaşım idil'dir :) Birlikte çok eğlendik, çok iyi iki dost olduk... 1980-81 dönemi, çok sıkıntılı yıllar, o dönem için bize çok fazla yansımayan ama aslında bizi korkutan, üzen, kısıtlayan yıllar... Dostluğa dönelim; İdil ile 20 ya da 25 uzun yıldan sonra ilk kez 5 gün önce buluştuk ve ikimiz de çok mutlu olduk :) Türkiye'de yaşamıyor, araya giren yıllarda ikimiz de hayatımıza pek çok yenilik sığdırmışız, birlikte geçirdiğimiz 4-5 saatte belki hepsini konuşamadık, daha çok özlem giderdik... Heyecan güzel şey, yaşandıkça bana iyi gelen güzel bir his...
Devam edecek...
 
 
 
 



Kendi Kişisel Tarihim (Üniversite) (2012)

Üniversite, herkesin hayatında olduğu gibi, benim hayatımda da ayrı bir hikayedir... Marmara Üniversitesinin Göstepe kampüsünde okudum üniversiteyi, bölümüm Uluslararası İlişkiler, eğitim dili İngilizce...  Bu bölümü seçmem kolay olmadı, rahmetli babamın çok büyük etkisi oldu.... Benim okumak istediğim bölüm, mütercim tercümanlıktı, çok savaştım hem kendimle hem ailemle, aslında daha çok babamla; annem seçimi bana bırakmıştı diye hatırlıyorum, destekliyordu hatta, babamsa her an her saniye her fırsatta benimle uzun konuşmalar yapıyor, gelecekteki hayatımda daha çok işime yarayacağına inandığı bölümde bastırıyordu.... Baskıları işe yaradı, daha fazla inat etmedim; çok da severek, keyif alarak okudum bölümümde; harika arkadaşlarım oldu, hiç sıkılmadan, bunalmadan, yorulmadan okudum bitirdim :) Büyük bir problemim vardı aslında, Hukuk gibi ! Hukuk sınavlarından 50 ve üzerinde not almak büyük olaydı, başlarda hiç sevememiştim, keşke olmasaydı dediğim iki dersten biriydi, diğeri de muhasebe idi; muhasebeyi hiç sevemedim, hukukla zaman içinde anlaştım, barıştım, notlarımı yükselttim :)
Dersliklerimiz barakalardı; biz mezun olduktan sonra modern büyük binalar, sınıflar yapmışlar. Bölümümüz okulun en yeni bölümlerinden biriydi, ikinci mezunlarıyız biz. Merve İldeniz o zamanlar yeni yeni tanınan, çok güzel bir kızdı, mankendi; bizim okulda son sınıftaydı; nedense şimdi aklıma geldi, anmadan geçemedim :)
Bölüm yeniydi, biz başlamadan bir yıl önce kurulmuştu İngilizce Uluslararası İlişkiler, yani biz ikinci mezunlar olacaktık. Bölüm Uluslararası olunca Hariciye ister istemez bir hedef haline geliyor, en azından o zamanlar öyleydi. Bende de vardı biraz bu sevda, gözüm dışardaydı, "mezun olur, bir de Hariciyeye kapağı atarsam, ver elini dünya" diyordum :)  Bizim hocalar sağolsunlar bu konuda bize pek ışık tutmadılar, "SBF mezunları varken size bakan olmaz" cümlesinin kurulduğunu hatırlıyorum.
"Ders geç başlıyor, Moda'ya mı takılsak, Çengelköy'e mi uzasak", "Hadi bugün sinemaya gidip 3 film birden izleyelim, çıkınca da İstiklal'de midye tavaya saldıralım", "Çok çalışıyorum ama sanki hiçbirşey anlamıyorum, okuldan sonra başıma neler gelecek" yılları... Güzeldi, eğlenceli, keyifliydi; bizden önceki kuşağa göre daha bir yaşamıştık öğrenciliğimizi, birazcık daha şanslıydık.
Arkadaşlarımı isim isim anmadan üniversite faslını nasıl geçebilirim ki? Arabasıyla bizi her yere taşıyan, kaprise hayatında yer vermeyen, Belgrad Ormanlarının virajlı yollarında araba kullanırken midesi bulandığı halde yüzü yine de gülen, sevgili arkadaşım Melek; Kıvırcık simsiyah saçları ve gri kabanıyla hatırladığım, "iyi çalışmak lazım ama nerden başlamalı" cümlesini sık duyduğum, çay düşkünü, sevgili arkadaşım Berna; Özgen, İlhan, Gülüm, Yeşim, Selami, Serhat, Çağrı, Evren, Betigül, Dilek, Özlem, Ayşe, rahmetli Berna ve rahmetli Tayfun... Hepiniz bende farklı izler bıraktınız, selam olsun burdan, her neredeyseniz :)
Üniversite yıllarımın yaz aylarında çalıştım, iyi ki de öyle yapmışım, gelişimimde çok önemli getirileri oldu hepsinin. İkinci sınıfı bitirdiğim sene Mecidiyeköy'de, şimdi ismini hatırlayamadığım bir turizm acentasında çalıştım, 4 aya yakın bir süre. Arap turistlere Sarıyer'de ev kiralama işiyle uğraştım burada, teleksin başında gün boyunca Arap meslektaşlarımla :) mesajlaşıyor, fiyat pazarlığı yapıyorduk. Maaşımı da hatırlıyorum, 125 Lira alıyordum, Boğaziçi Turizm öğrencisi olan diğer iş arkadaşıma 150 TL veriyorlardı, e haliyle tabi :) Çok sevmiştim bu işi, az yorulmuyordum ama hiç şikayet ettiğimi hatırlamam.Üçüncü sınıfı bitirdiğim sene Türk Hava Yollarının o yaz başında açtığı sınavı kazanarak yer hostesi oldum; bu iş daha ciddi bir işti, sıkı vardiyası vardı, okulla birlikte yürütüp yürütemeyeceğimi denemek istedim ve son sınıf için eğitim yılı başladığında hala çalışmaya devam ediyordum. Baktım oluyor, notlarım da fena değil, geçiyorum sınavlardan, hadi o zaman devam et dedim ve 1 yıldan fazla süre dış hatlarda, elimde telsiz, uçak kaldırdım. Her sabah saat 10:00 da Londra uçağının check-in kontuarı açılırdı, Londra kontuarı bendeydi. Önce yolcuları tek tek boarding kartıyla buluşturur, listenin tamam olduğunu gördükten sonra uçağa koşturur, sayı teyidi alır ve boarding başlatırdık. Çok farklı bir deneyimdi, iyi ki yapmışım... Bu deneyimde Almanya charter uçakları ayrı bir alemdi, gece vardiyasına denk gelirdi genellikle, hatırlıyorum. Rotara asla tahammülü olmayan yolcular, gece vardiyasına renk katarlardı :)
Kişisel tarihimin bu bölümünü burada sonlandırıyorum, bir sonraki versiyon iş hayatı, sonraki evliliğim, sonraki anneliğim olacak :)

Babama (4 Şubat 2014)

Babacım,
Bugün sen aramızdan ayrılalı 6 sene oluyor... Her sene olduğu gibi bu akşam yine bir arada olacağız ve seni konuşacağız. Sesini duyamayacağız tabi ama sen de sohpetimize katılacaksın; buna inanmak, böyle düşünmek, yanımızda olamamanın üzüntüsünü, özlemini biraz olsun unutturuyor ya da hafifletiyor diyelim... Kırklı yaşlarımda daha bi çok kaynaşmaya, birbirimizi anlamaya başlamıştık seninle. Neden bu kadar geç oldu onu da bilmiyorum ya.. Sen aileni, annemi, çocuklarını çok sevdin; bizimle geçirebildiğin zamanlarda bizi mutlu etmek için elinden geleni yaptın, bunun için sonsuz teşekkürler ediyorum sana. Asker adamdın, işin gücün çoktu, evinde geçirebildiğin zamanların kıymetliydi. Bizim büyüdüğümüz yıllar farklıydı, babalarımızdan biraz çekinir, hatta biraz da korkardık  Sokaktan içeriye girmek bilmediğimiz, sokak çocukluğu dönemlerimizde, işten eve geleceğin saatten önce evde olmaya bakardık, dakikaları sayardık, "biraz daha sokakta kalalım ama babamız gelmeden evde olalım". Böyleydi ortam, başka türlüsünü bilmezdik.. Okuldan arkadaşlarım sorardı, "baban asker ya, evde nasıl, sert mi, sinirli mi?" diye; hiç değildin, eve geldiğin zaman üniformanı çıkartır, bizim tatlı babamız olurdun. Senden hem biraz çekinir, hatta zaman zaman kaçar, hem de çok severdim, çünkü bizi üzmemek için gözümüzün içine bakardın, görürdüm ben bunu, sadece ne kadar değerli birşey olduğunu yılar sonra anlayabildim..
Senden önce Erdal Dayımla vedalaşmıştık, o gün ne kadar üzüldüğünü hatırlıyorum, dokuz ay sonra seninle vedalaşacağımızı nerden bilebilirdik.. Sen gittikten sonra ailemizden yanına gelenler; Esen Abi, Halil Abi, Veyis Abi, Sevgi Abla, Selma Teyzem, Hasan Dayım ve çok yakın zamanda Selgin Ablam, Methiye Teyzem... Hepsi de senin ne kadar çok sevdiklerin, seni ne kadar çok sevenler  Sevgiyle, saygıyla, özlemle kucaklıyorum hepsini. Selgin Ablacımla birlikte ne çok eğlendik biz, ne güzel anılar var geride kalan  Aslında hayata bakışımız, dinlediğimiz müzikten giydiğimiz kazağa kadar farklıydı, ama birlikte gülmeyi de ağlamayı da eğlenmeyi de dibine kadar hissederek yaşadık, birlikte zaman geçirmekten, sokaklarda boş boş yürümekten zevk aldık, mutlu olmayı bildik. İşte buna çok seviniyorum, değerini de biliyorum 
Geçen hafta seni çok eskiden tanıyan biriyle karşılaştım, ayaküstü kısa sohpetimizde dedi ki, babandan çok şey öğrendim de biri çok işime yaradı. Merak ettim, neymiş diye sordum, dinlemeyi öğrendim dedi. Bir durdum düşündüm, evet dedim, babam kendisi çok iyi bir dinleyiciydi 
Benim bu yazıyı çoook uzatasım var ama o işi bir başka sefer yapacağım; canım babam, senden sonra Mert ve Elifnaz büyüdüler, yollarını çizmeye başladılar, bal şekerimiz Arhan geldi, senin ismini taşıyor bir de üstelik. Dilerim Mert de Arhan da Elifnaz da dedeleri gibi güzel insanlar olsunlar. babamız olduğun için sana çok teşekkür ederiz güzel babam benim... Şu özgüven meselesi var bir de, annem sürekli sana ne kadar benzediğimi söylüyor; iyi ki benzetmişsin beni kendine, o sayede hayatın devam etmesi gerektiğini bilerek yaşıyorum. Seni çok seviyorum, özlemle... 

Doğaçlama (2010)

İçsel bir yolculuk yapmak istediğim zaman nereden başlayacağımı bilemem ben, hangi yaşımdan, yaşadığım hangi şehirden başlasam bu yaşam yolculuğunu düşünmeye.. Socrates, "Bir insanın hayatındaki en önemli faaliyeti, ruhuna gereken özeni göstermesidir" demiş. Bu nasıl olur ki? Sevmediğimiz insanları hayatımızdan çıkartarak mı? Hüzünlü ortamlardan kaçarak mı? "Bir tane hayatım var, onu da istediğim gibi yaşarım" diyerek mi?
Bunlar hiç bana göre değil.
Benim sevdiğim, yaşadığım her ne ise, iyi tarafından bakabilmek. İşte bunu yaptığım zaman mutlu oluyorum ben.
Çocuğunuz var mı?
Benim bir oğlum var, şimdilerde çok uzaklarda, Kanada'nın Bridgewater kasabasında, tanımadığımız, bilmediğimiz bir aileyle günlerini geçiriyor. Yepyeni bir kültürle tanıştı, hayatına şimdilik orada devam ediyor. Bu kararı babası, ben ve oğlumuz birlikte verdik. İstedik ki oğlumuz güzelim 18 yaşında hayatına bir değer katsın, tek başına bir seyahate çıksın, daha önce hiç gitmediği bir yerde kendini ifade etsin, hayatın içinde kendi yerini arasın, bulsun ve sahip çıksın.
Büyük bir risk, değil mi? Risk ama oğlumuzun kendine olan güveni, bu serüveni yaşanır kıldı işte...
"Evlat" ne özel, ne güzel bir kelimedir... Sıcaktır, samimidir, gerçektir. Evlatlarımıza kendi kanatlarıyla uçmayı öğretmek önemlidir, Onları sevmeyi bilmek te ayrı bir marifettir, sahici bir yürek ister.
Müzik harika bir şey, iyi ki var böyle bir şey.. Sokak müzisyenlerini çok severim ben, keşke her sokak başını müzisyenler doldurmuş olsaydı. Bu kadar değilse de bizim Ankara'da haftasonları sokaklarda müzik yapan gençler var, acemiler aslında, ama cesurlar, çıkıp orda ne biliyorlarsa çalıp söylüyorlar. Oğlum da arkadaşlarıyla sokakta müzk yapmıştı. Bir gün onları dinlemeye gittim. Ankara buz gibiydi, bizim çocuklar, elleri, yüzleri soğuktan kıpkırmızı kesilmiş, soğuğu umursamadan çalıp söylüyorlardı. Güzeldi, çok güzeldi onları izlemek.
E bu kadar...

Kalite Önemlidir (2010)

Herkes yaşamında kaliteyi ayrı bir yere koymalı bence; kaliteyi algılama biçimleri farklı farklı olabilir, buna bir itirazım yok, ama mutlaka bir yeri olmalı yaşantıda, kalitenin. Ben şunları anlıyorum, yaşam kalitesi dediğimiz zaman: Kiminle olursa olsun, çocuğumla, eşimle, arkadaşlarımla, ailemle... ilişkilerimde tutarlı olmak ya da olmaya çalışmak, dostlarıma ve aileme zaman ayırabilmek, hoş sohbetlere dahil olabilmek, iş hayatımda çevremdeki insanları sevsem de sevmesem de "mış" gibi yapabilmek, sinirlenmemek, agresif tavırlara girmemek, insanları oldukları gibi kabul edebilmek, hayatta ne istediğini bilmek, kimden ne beklediğinin farkında olmak, keyifli aktivitelere zaman ayırabilmek; güzel yapamasam da mutfakta saatlerce uğraşarak bir şeyler ortaya çıkarabilmek, iyi bir filmi ailemle birlikte keyifle izlemek, spor yapmak (45 dakikalık bir yürüyüş size çok şey katabilir, bu güne kadar bunu yapmadıysanız ilk fırsatta deneyin, nefesinizin açılacağını ve kendinizi çok iyi hissettiğinizi göreceksiniz). Tüm bunlar hayatımdan hiç eksik olmasını istemediğim şeyler. Bir de, "beni ben yapan değerler" deriz ya, onlara sahip çıkabilmek. Zaman zaman kendimi bu değerler dediğim şeylerin çoook dışında bulduğum da olmuyor değil, hepimiz yaşarız bu tür şeyleri, istemediğimiz tartışmalar yapmak zorunda kalabiliyoruz, eşimizle, arkadaşımızla... vs. Hiç beklemediğim bir anda eşimin bir konudaki memnuniyetsizliğini duymak beni nasıl şaşırtıyor bazen. Bu tür durumları yaratan şeyin, algı farklılığı olduğunu sanırım artık öğrendim, benim bakış açımla diğerininki çok farklı olabilir, hani bazı lezzetleri siz beğenirsiniz ama bir başkası korkunç bulabilir ya, onun gibi. Algı farklılığını bilmek ve hiç unutmamak, bence önemli bir konu, böyle bir farkındalığa sahipseniz, eminim daha mutlu olursunuz.
Bir anda içimden geçenleri paylaşmak istedim, sağlıkla kalın :)

İmparator Penguenler (2011)

006 En İyi Belgesel Oscar ödülünün sahibi "İmparatorun Yolculuğu"nu izledim ve çok etkilendim. İyi bir belgesel izleyicisi sayılmam. Zaman zaman ve rastladıkça, fırsat buldukça, daha çok oğlumda iyi belgeselleri izleme merakı uyandırabilmek için izlediğimi söyleyebilirim. İmparatorun Yolculuğu'ndan, bir süre önce gelen bir e-posta sayesinde haberim oldu. Aynı hafta tesadüfen bu belgeselin VCD'sini buldum; bir kaç gün satın alındığı torbanın içerisinde bekledi, bu akşam oğlumla birlikte izledik.
Kulağa çok hoş gelen bir müzikle başlıyor. Hikayenin kahramanı, imparator penguen. Yaşadıkları, Antartika'nın zorlu doğa koşullarında verdiği hayatta kalma mücadelesi, yavrusunu kaybettiği zaman hissettikleri, yavrusunu koruma telaşı... Penguenlerin tek eşli olduklarını, oncası içinden kendi eşini sesinden tanıyabildiğini, yavrusunu aç bırakmamak uğruna kendi canını feda edebildiğini, çok değerli bir hocadan bir sohbet sırasında duymuştum ilk kez. Etkileyici gelmişti, inanması zordu, birbirine bu kadar benzeyen bu canlıların böylesine duyarlı olduklarını bilmiyordum.
Belgeselin temposunu biraz yavaş bulabilirsiniz, öyle sahneler var ki sadece öylece duruyorlar... Ancak, hikaye öylesine gerçek, görüntüler öylesine çarpıcı ki, onları çok seviyorsunuz, önemsiyor ve takdir ediyorsunuz ister istemez... Daha neler yapıyorlar, neler hissediyorlar bilmek istiyorsunuz. Hem komikler, hem de düşünen canlılar olduklarını anlatabiliyorlar size, hareketleriyle, duruşlarıyla, bakışlarıyla... Bir de dayanışmaları var ki, günümüz dünyasına baktığınızda, inanılmaz geliyor; Antartika'nın müthiş fırtınası ve birbirlerine yaslanmış dinmesini bekliyorlar, sesleri çıkmıyor o anda, sadece bekliyorlar. Tek amaçları, bölgenin en ıssız yerine ulaşabilmek. Bu zorlu koşullarda, birbirlerine olan aşklarını, bağlılıklarını, yavrularını nasıl yaşatabildiklerini anlatıyor belgesel.
Dahasını, sanırım filmi izleyerek öğrenebilirsiniz, ya da bu belgesele dair yazılmış farklı yorumları okuyarak. Benim tavsiyem, tahmin edebileceğiniz gibi, izlemeniz:)

Çocuklar (2010)

Çocuğu ya da çocukları olanlar için rutinden farklı bir gündü bugün; yarı yıl tatiline girdiler, bir de karne aldılar. Evlerde bir tatlı heyecan, koşuşturmaca, "karne saatinde okula gelmemi ister misin?" ler, "haydi bakalım rastgele"ler, "sana güveniyorum" ya da "boşver, ikinci dönemde daha çok çalışır düzeltirsin"ler... Tabi istisnalar da vardır, hafif ya da orta şiddette sert yaklaşımlar; "bak hepsi 5 değil mi, hadi bakalım" :) Her çocuk gibi bizim oğlumuz da aldı bugün 7. sınıfın yarı yıl karnesini, daha doğrusu onun karnesini ben aldım, çünkü bu sabah sesi kısılmış olarak uyandı, boğazı fena halde kızarmıştı, doktor teşhisi koydu; larenjit. Olsun, napalım, yeter ki o iyileşsin, karne alınır nasıl olsa, kaçmıyor ya. Dün dershanenin yarı yıl partisi vardı, gitti gönlünce eğlendi, bol bol dans etmişler, eh pek yaramadı sağlığına galiba ama olsun, çok keyiifliydi dün gece. Gittik aldık karnesini de; daha ne olsun, takdire değer görülmüş :) Ne mutlu bize.
Ben burada çocuklarla ilgili karışık duygularımı yazmak istiyorum bu akşam, içimden geldiğince. Her anne baba çocuklarını ayrı bir yere koyar ya diğerlerinden, işte o duygu. Onlar gülünce gülüyoruz, içimizde kelebekler uçuşuyor; biraz tatları kaçsa, hüzün giriyor içeriye, tekrar gülene kadar devam ediyor o garip hüzün, hiç ağlamasınlar hiç üzülmesinler istiyoruz. Oysa hepsini bilmeliler, dünyanın toz pembe olmadığını, olmayacağını, başlarına her an her şeyin gelebileceğini, önemli olanın "savaşabilmek" olduğunu, mücadelenin her zaman gerekli olduğunu çok geç olmadan öğrenmeliler. Ortasını bulmak hiç de kolay değil. Bazen ben bir de bakıyorum ki denge diye bir şey kalmamış, bir an öyle bir an böyle davranırken buluyorum kendimi;, aman şımartmayayım, of çok mu yüz verdim yine, ya da, çok mu katı davrandım, onu üzdüm mü? Benzer anları sizler de yaşar mısınız?
13 yaşında bir çocuk... Ergenlik diye bildiğimiz, büyüme çağı olarak daha anlaşılır hale getirebileceğimiz dönem. Hani bizlerin de bir zamanlar yaşadığı, zor yıllar :) Her şey ama her şey sorgulanır, ya da her şeyden çabucak sıkılır bunalır; arkadaşlar çok önemlidir, onlar ne istese yapılır, çok ders çalışmak inekliktir; neyse uzatmayalım, bunların hepsini yaşıyoruz görüyoruz oğlumuzda. Ben onun büyüdüğünü fark ettikçe, heyecanlanıyorum; sık sık minicik halleri geliyor gözümün önüne, ilk adımları, ilk kelimeleri, daha da geriye giderek ilk gülücüğü, ağzını mıh gibi kapatarak yemek yemeye direnmeleri, benim de masaların altlarında babasının inanmaz bakışlarına rağmen, elimde kaşıkla o yemeği yedirme çabalarım :) Şimdi gülüyorum tabi, oğlum büyüdü, büyüyor, daha da büyüyecek; diyeceğim o ki, ben mümkün olduğu kadar uzun onun yanında olabilmek istiyorum, mümkün olduğu kadar uzun dertlerine çare bulabilmek, uzun uzun onunla sinemalara gitmek, mısırlar patlatmak, omletler yapmak, gitarından çıkardığı tatlı sesleri defalarca dinleyebilmek, onunla uzun uzun yıllar gülmek ağlamak istiyorum, elbette ki her anne baba gibi :)
Çocuklarımızı seviyoruz, burası kesin; önemli olan, onları anladığımızı, dinlediğimizi, yalnız olmadıklarını, zor anlarla başa çıkmanın zor ama olanaksız olmadığını, onlara her daim hissettirebilmek, diye düşünüyorum...

Goya'nın hayaletleri (2012)

Goya'nın Hayaletleri filmini izledikten sonra izlenimlerimi paylaşmak ve bu vesileyle uzun bir ara verdiğim blog alışkanlığımı tekrar kazanmak istedim. 1792 İspanya'sını anlatıyor film, Milos Forman'ın fimi ayrıca, ilgilenenler için. Katolik Kilisesi’nin çok güçlü olduğu dönemde Goya, İspanya'nın en ünlü ressamı; özellikle kraliyet ailesinin ve engizisyon rahiplerinin resimlerini yapıyor, asilleri çiziyor. İnes, Goya’nın en sevdiği müşterilerinden biri. Çok güzel bir kız İnes, zengin bir tacirin kızı. İnes karakterini Natalie Portman oynuyor ve bence fazlasıyla başarılı.
Engizisyon Mahkemeleri "döneme damgasını vuruyor", yaygın deyişle. Ines, hiç bir suçu yokken engizisyon mahkemesi tarafından mahkum ediliyor ve bu da yetmeyip, işkence görüyor. Sözde suçu, yahudi geleneklerini devam ettirmek. Bunu da, bir gece tavernada eğlenirken domuz eti yememesinden çıkartıyorlar. Evet yemiyor gerçekten ama sadece sevmediği için.
Filmin asıl unutulmaz karakteri ise, ne İnes ne de ressam Goya. Bu kişi, rahip Lorenzo; engizisyonun en fanatik rahiplerinden birisi, kendisi. Goya'nın da müşterisi olması nedeniyle sık sık görüşüyorlar. Lorenzo, Goya'nın stüdyosuna gidip geldikçe İnes'in portresini içten içe seyrediyor ve aşık oluyor. Goya, İnes'in mahkum edilmesi üzerine, İnes'in babasının ısrarlarına dayanamayarak, Lorenzo’ya Ines’in serbest bırakılması için yalvarıyor. Lorenzo bu talebi nasıl mı karşılıyor? İşte filmin kahramanı kendini göstermeye başladı! Çünkü bu adam, yani rahip Lorenzo, bencilin teki; her şeyi kendi lehine çekmeyi beceren bir adam. Her devrin adamı desek daha doğru olur; bunu filmin ilerleyen sahnelerinde net olarak görüyoruz, zira Fransa İspanya'yı işgal edince engizisyon tarih oluyor ve Lorenzo hiç utanmadan ve kurnazca yeni dönemin şiddetli bir savunucusu oluveriyor! Asıl meseleye gelecek olursak, engizisyonun baş rahibine gidip İnes'in durumunu konuşuyor ama rahip serbest bırakmaya yanaşmayınca kılını kıpırdatmıyor, ama tabi ki İnes'in babasının kızını kurtarmak için verdiği paraları bir güzel alıveriyorlar! Bu arada Lorenzo sık sık hapiste İnes'i ziyaret ederek ailesinden haber götürüyor ve "sevecen yardımsever rahip" havalarında zavallı masum kıza tecavüz etmeyi ihmal etmiyor oracıkta. Babanın, kızı için yapmayacağı yok ama hiç biri fayda etmiyor; Lorenzo'yu nasıl yola getirmeye çalıştığını filmde izlemeniz için yazmasam daha iyi; müthişti.
Ines nihayetinde ölüme terk ediliyor; ancak 15 sene sonra, İspanya sayesinde dışarıya çıkabiliyor ama tahmin edersiniz ki eski güzelliğinden ve gençliğinden eser kalmamış bir şekilde. Bu sahneler çok etkileyici filmde.
Bu arada Goya neler yapıyor? Aslında film, bu ünlü ressamın yaşamış olduğu dönemi anlatıyor diyebiliriz. Engizisyon, Fransız devrimi, işgal derken, yaklaşık bir 20 yıl içinde ülkedeki inanılmaz değişiklikler ve uyum süreçleri. Goya sağır oluyor birdenbire ve yapayalnız yaşıyor. İnes dışarıya çıktığında, ailesini malesef ölü olarak buluyor. Goya'yı buluyor ve bebeğini soruyor ona; hamile kalmış, bir bebeği olmuş ama hiç görememiş onu, elinden alıvermişler hemen. Goya şaşkın, kıza yardımcı olmak istiyor. Lorenzo'yu buluyor, bebekten bahsediyor; bebek Lorenzo'nun bebeği, kendisi de bunu gayet iyi bilmekle beraber, hiç oralı olmadığı gibi, zavallı İnes'i bu kez akıl hastanesine gönderiyor!
Filmin bir tek sonunu izlemek size kaldı, ben her şeyi yazıvermişim. Tüm oyuncular çok başarılı; konu mükemmel işlenmiş, abartı hemen hemen hiç yok, şu an sinemlarda oynuyor; bir insan nasıl olur da bu kadar değişebilir, izlemeye ve üzerinde düşünmeye değer.
İlerleyen zamanlarda başka filmlerden yazışmak üzere ...

Güney Amerika'nın Paris'inde 6 Gün (2011)

“19 Nisan’da Buenos Aires’te tıp kongresi var, birlikte gitmeye ne dersin?” Sorusunu eşim sorduğu anda yolculuk zihnimde başladı. Gitmeyi ve gündelik yaşamlarını, yiyip içtiklerini, nasıl yaşadıklarını, insan ilişkilerini, doğal güzelliklerini eskiden beri çok merak ettiğim bu çok uzak coğrafyayı görmeyi çok istedim. Birkaç gece üst üste google’da “Buenos Aires, Latin America, Evita” aramaları yaptıktan sonra kıtayı baştan aşağıya gezmiş ve pek çok kuş uçmaz kervan geçmez noktasını görmüş bir gezginin kitabına rastladım Dost Kitabevinde, hemen aldım ve bir solukta okudum. Latin Amerika’nın en prestijli kentinin Buenos Aires olduğu, isminin “Güzel Havalar” anlamına geldiği, 9 Temmuz Caddesinin (Avenida 9 de Julio) dünyanın en geniş caddesi olduğu, caddenin orta yerinde ülkenin bağımsızlık simgesi olan, ülkenin kalbinin attığı, sevgililerin buluştuğu bir Obelisk (bir tür dikilitaş) bulunduğu, zengin ve yoksulun futbol savaşları, futbolun bu ülke insanları için ne demek olduğu ve daha nice ilginç bilgileri hep bu kitaptan öğrendim, gitmeden önce; eşimin 2 yıl önce Buenos Aires’te yine bir kongreye katılmış olması, döner dönmez “öyle güzel, öyle canlı bir şehir ki, bir gün mutlaka birlikte gitmeliyiz” cümlesi, bizi bu şehire daha da yaklaştırdı aslında; bu unutulmaz seyahat, bu güzel dilek sayesinde kısa sürede gerçekleşti.
19 Nisan sabahı, henüz İzlanda üzerinde patlayan volkanın külleri tüm Avrupa hava sahasını kapalı tutmaya devam ederken, biz THY’nin, 14 saat sürecek olan İstanbul-Sao Paulo (Brezilya) uçağına bindik ve Afrika üzerinden uçarak, Latin Amerika’nın en büyük, dünyanın ikinci büyük kenti Sao Paulo’ya ulaştık. Geceyi ve bir sonraki günü burada geçirdikten sonra TAV havayolları ile 3 saat yol alarak Buenos Aires’e indik. Sao Paulo’dan aklımda kalanlar; devasa bir şehir, çok katlı iş merkezleri, finans merkezi, muhteşem binalar, vücutlarını reklam panosu olarak kullanan birkaç kişi, şehrin en merkezi bölgeleri dahil olmak üzere sokaklarda uyuyan onlarca perişan insan. Belki de Ankara’mın Ulus meydanıydı orası. O devasa binalardan biri olan Banespa Building’in (Bank of the State of Sao Paulo) 33. katına, güvenlik eşliğinde çıkılabiliyor ve 5 dakikalığına da olsa tüm şehri buradan gözlemleyebiliyorsunuz. Bunun için pasaportunuzu bina girişindeki güvenlik görevlisine mutlaka tanımlatmanız gerekiyor.
Buenos Aires’e gece geç saatlerde ulaşabildiğimiz için şehri ilk keşifler ertesi sabah başladı. Otelimizin, 9 Temmuz Caddesi’ne ve Obelisk’e çok yakın olmasının ne büyük bir avantaj olduğunu fark etmemiz uzun sürmedi, kısa sürede caddenin büyük bir bölümünü gezdik… İlk gözüme çarpanlar, sık aralıklarla konumlanmış gazete-dergi bayileri ve her bayinin hemen yanında bulunan çiçekçilerdi. Bu bayilerin hemen hepsinde Boca Juniors ve River Island takımlarının farklı renk ve modellerde flamalarını bolca görüyorsunuz. Caddeyi boylu boyunca turladıktan sonra, şehrin en populer mekanlarından biri olan Florida Caddesine girdiğimizde, ellerinde broşürleri sizi tango show’lara bilet almak üzere yolda durduran insanlar görüyorsunuz her köşe başında. Charly’de bu insanlardan biriydi, bizi şehirde nadiren rastlanabilecek, nispeten düzgün İngilizcesi ile, o gece Piazzola Tango Show’a, yarım günlük şehir turuna ve ertesi gün de Tigre nehir gezisine yönlendirerek çok iyi bir iş başarmış oldu.
Her anı çok özel, çok güzel olan Buenos Aires gezimizin bana göre en ilginç, en unutulmaz mekanları; Piazzola Tango Show, Cafe Tortoni’nin muhteşem ambiansı ve son gece Cafe’nin alt katında izlediğimiz tango, La Boca (Caminito) mahallesi, Evita Müzesi, Eva Peron’un da mezarının bulunduğu, şehrin en şık semtinde bulunan Recoleta Mezarlığı, sanatçılar ve antikacıların mekanı San Thelmo ve elbette Pilaza del Mayo Meydanı oldu. Hepsinin hikayeleri var, yaşanmış anları, hüzünleri, coşkuları var, geçmişten izler var her yerde… Örneğin, Eva Peron’un mezarı, göründüğünden çok daha ihtişamlı olmasını beklerdim ama sanki görünmesin diye uğraşılmış, kenarda bir yerlerde kalmış, nedeni de sanırım halkın Peron dönemine çok önem vermemesi, hatta hatta o dönemi hiç hatırlamak istememesi. Örneğin Plaza Mayo Meydanı. Ülkenin tarihinin bu meydanda gizli olduğu hissi veriyor. Devlet Başkanlığı Sarayı’nın bulunduğu pembe ev burada (Casa Rosada). Peron’ların kalabalıklara nutuk attığı ünlü balkon da pembe evin balkonlarından biri zaten. Balkona adım attığım ilk anda (Bu arada içimden Don’t Cry For Me Argentina’yı mırıldanıyorum tabi), Evita filminde Eva Peron’u canlandıran Madonna’nın balkona doğru süzülerek geldiği ve halka hitaben şarkı söylemeye başladığı o gürüntüler gelmişti aklıma, artık kendimi Evita mı sandım yoksa Madonna’mı, kim bilir. Pilaza Mayo’nun adı 1977 yılından sonra Madres Meydanı, yani “anneler meydanı” olarak değişmiş; 1976 darbesinden sonra kaybolan ve bir daha kendilerinden haber alınamayan insanların acılı anneleri, 30 yıldır kayıp olan çocuklarının anısını yaşatmak için her Perşembe günü bu meydanda toplanırlarmış.
Asıl tangonun doğduğu mahalle olduğu söylenen La Boca, Buenos Aires’in bence en güzel semti. Italyanlar zamanında burayı La Plata Irmağı’nın ağız kısmı olarak gördüklerinden, “ağız” anlamına gelen La Boca demişler. Eski püskü evleri rengarenk boyamışlar, balkonlarına da ülkenin ünlü isimlerinin komik komik mankenlerini koymuşlar; Maradona, Eva Peron, vs.
Mahallenin Caminito adlı bölgesinde sizi kruvaze ve çizgili ceketli, fötr şapkalı genç erkekler ve derin yırtmaçlı, uzun file çoraplı genç bayanlar hemen yörüngelerine alıyorlar, maksat onlarla birlikte birkaç tango pozu vermeniz, resimler çekilmesi ve bu arkadaşların da cep harçlıklarını kazanmaları. Doğrusu önce biraz çekimser kaldım ama Ertuğrul’un verdiği cesaretle biz de kendimizi tango pozları verirken bulduk; çok eğlenceli, çok komik bir anı olarak kaldı. Tangolar ya gitar, ya keman, ya da Bandaneon denen akerdeona benzer bir enstrumanla çalınıyor, dansçılar gün boyu bu işi yapıyor olsalar da dansın o güzelim duygusunu bize vermeyi başardılar, artık ortamın farklılığından belki de, biz izlediğimiz her danstan etkilendik… Burada bir de “çakma Maradona” göreceksiniz eğer yolunuz bir gün düşerse. Maradona’ya benzerliğiyle ünlenmiş bir şahsiyet, mavi-beyaz forma üzerinde, tüm gün turistlerle fotograf çektiriyor, karşılığında da, gönlünüzden ne koparsa. Meraklısı için bir not: Caminito girişinde orijinal, ressamından imzalı, birbirinden hoş, ülkenin renklerini çok güzel yansıtan resimler var, ilaveten hediyelik eşya standlarıyla biraz da Ortaköyvari.
San Thelmo. Şehrin “entel”leri burada hissi yaratan bir semt. Birbirinden canlı cafeler, restoranlar buradaydı, harika bir öğle yemeği yiyip, tango izleyip hafif çakır keyif ve çok mutlu “hoşçakal San Thelmo, see you later” dediğimiz mekan.
“General Juan Domingo Peron ile evlendiğinde hafifmeşrep damgası yiyen, öldükten sonra neredeyse azize ilan edilen” Eva Peron’un evi müze olmuş ama ölümünden neredeyse 50 yıl sonra. Çok sade bir mekan, her taraf fotograflarla ve Eva’nın birbirinden şık elbiseleriyle dolu; yine de müzenin bir şeyi eksikti, ruhu belki.
Cafe Tortoni, bu şehirde mutlaka görülesi bir mekan. Kahve içmek, dinlenmek için gidiyorsunuz ama kapıda sıra bekliyorsunuz, yaşlı garsonlar birer ikişer içeriye alıyorlar bekleyenleri, maksat içeride bekleme kalabalığı yaratıp kahve keyfi yapanları huzursuz etmemek. Tortoni’nin epeyce hikayesi var, çok ama çok eski. Bir özelliği daha var, o da Paris’teki Cafe de Flore ile kardeş cafeler olmaları.
Son olarak, Arjantin etlerini biraz anlatmam lazım, çünkü inanılmazdı bu etler, ne de olsa çok ünlüler. Et restoranlarının hepsinin önünde bir camekan, bu camekanda çarmıha gerilmiş hayvan gövdesi, döne döne pişiyor. Biraz vahşi, oldukça ilginç. Porsiyonlar inanılmaz büyük, fiyatları ise inanılmaz ucuzdu.
“Güzel havalar”ın, protestoların, gösterilerin, dansın, başkaldırının kenti Buenos Aires. Gezerken yorgun düşmüş olsam da çok sevdim seni.






















Mavi Buzlar Ülkesi Alaska (Kasım 2000)

2000 yılı, 16 Ağustos; Holland America Line'a ait Ms Veendam gemisindeyiz; Kanada’nın Vancouver şehrinde limana yanaşmış durumda gemi; biletlerimizin onaylanmasını bekliyoruz ve ben o an orada olduğuma inanamıyorum, çünkü az sonra Alaska’ya doğru yola çıkacağız. Gemide bir hafta geçirecek, Alaska’nın, başkenti Juneau dahil olmak üzere 3 farklı şehrini dolaşacak, en önemlisi de Inside Passage içlerinde ilerlerken buzulları görebilecek, Alaska’nın o hep duyduğum vahşi doğa ortamına yakından tanık olabileceğiz.
Gemiye doğru ilerlerken, gemi kaptanının yolcuları selamlayarak karşılaması ve "iyi eğlenceler" dilemesi, çok hoş bir başlangıç; gemiye biner binmez çoğunluğunu Filipinlilerin oluşturduğu mürettebat, bize odamızı gösteriyor, elimizdeki eşyaları odamıza atar atmaz bir uyarı sesiyle, elimizde can yeleklerimiz, tüm yolcularla birlikte güverteye doluşuyoruz. Herhangi bir acil durum halinde can yeleklerini nasıl kullanırsak sağ kalabileceğimizi anlatıyorlar. Böyle bir deliliği nasıl yaptığımızı düşündüğüm an, işte o an! Nihayet, çocukluğumda hiçbir bölümünü kaçırmadığım Aşk Gemisi dizisindeki gibi bir ihtişamla gemi yavaş yavaş Vancouver limanından ayrılmaya başlıyor. Limanda bizi uğurlayan yakınlarımız yok elbette ama biz yine de boşluğa da olsa neşeyle el sallıyoruz :)
Gemideki ilk gecemiz benim için bir kabus; herkes eğlenmeye, gezinin tadını çıkarmaya bakarken ben “gemi çarpmış gezgin” şeklinde midemin beni rahat bırakması için dualar ediyorum. Bir Filipinli durumumu fark ederek deniz tutmasına karşı hapları hatırlatmasa belki de kendimi Pasifik Okyanusunun buz gibi sularına atacağım. Neyse ki bu durum çok uzun sürmüyor, ikinci gün akşama doğru kendime geliyorum. İşte o andan itibaren de bir daha belki de asla göremeyeceğim bir manzarayla karşılaşıyorum; yeşil ile mavinin muhteşem cümbüşü. İlk günümüz denizde geçiyor, sonra sırasıyla Juneau, Skagway ve Kethikan’a uğrayacağız. Bu üç şehri kapsayan, Vancouver’dan başlayıp Skagway’de biten kısma “Inside Passage” adı verilmiş. (Inside Passage’da ilk gezi 8 Eylül 1888 yılında yapılmış.) Burada gezinirken beni en çok heyecanlandıran şey, dünyanın en müthiş buzullarını yakından görmek; Skagway ile Ketchikan arasında bir gün “Glacier Bay National Park” civarında seyrediyor gemimiz; buzulların açık mavi tonlarını, küçüklü büyüklü kıvrımlarını seyrederken bir yandan da acaba suyun altındaki kısmı kaç metredir, bu hali erimeye yüz tutmuş hali midir diye düşünmeden edemiyorum.
Alaska, Sibirya’dan Bering Boğazı ile ayrılıyor; Alaska’ya ilk göçmenler 15-40 bin yıl önce Asya’dan Bering Boğazını geçerek gelmişler. ABD Alaska’yı 1867’de, Ruslara 7 milyon 200 bin Dolar ödeyerek satın almış. Alaska, 1959 yılından bu yana ABD’nin 49. eyaleti.
JUNEAU
İlk durağımız Juneau’ya ulaştığımızda sabahın ilk ışıkları; kamaramızdan dışarıya baktığım ilk anda, filmlerden tanıdığım Eskimo çocuklardan bir tanesini görür gibi oluyorum. Güverteye koşuyoruz o heyecanla, aynı çocuğu tekrar gördüğümde Alaska’da olduğumuza iyice inanıyorum; simsiyah saçları, esmer teni, gülümseyen şirin yüzü ve kahkulleriyle tam bir Alaskalı ufaklık. Juneau, karayolu bağlantısı olmayan bir şehir ve Alaska’nın başkenti. Mendenhall buzulunu burada görüyoruz; o güne kadar adını bile duymamışım, meğer çok ünlüymüş bu buzul. Burada Gold Creek adını verdikleri bir koy var; 1880 civarında Joe Juneau ve Richard Haris adlı iki maceraperest bu koyda suyun dibinde altın bulmuşlar ve bu altınları avuç avuç toplamışlar; Juneau burada bir kamp kurmuş, zira bu koy, rastlantı sonucu altın bulunan nadir yerlerden birisiymiş. Juneau şehri, Gold Creek’in iki yanına kurulmuş bir şehir. Karaya çıkar çıkmaz beni çarpan bir şey oluyor burada; sanki Hollywood’dan insanlar gelmişler, bir film seti kurmuşlar ve az sonra müthiş bir kovboy filminin çekimleri başlayacak. İnanılmaz, film seti sanki her yer. Gemiden ve tabi diğer transatlantiklerden üşüşen kalabalığı saymazsak, bu şehirde kimler yaşıyor ki diyebilirsiniz, o kadar sakin. Sonradan öğreniyoruz ki yaklaşık 30 bin nüfuslu bir şehirmiş Juneau. Bu şehrin bir maskotu var, kahverengi bir ayı. Zaten Alaska’da ayılar, geyikler ve fokların ayrı bir yeri var. Vahşi hayatı çok önemsiyorlar, turistik mağazalar dahi bu hayvanların figürleriyle dolu.
Juneau’nun bizde iz bırakan bir anısı da, bir saate yakın süren deniz uçağı maceramız. Şehre yanaşırken gemi personelinin tanıtımları ile burada farklı deneyimler yaşayabileceğimizi fark ediyoruz; helikoptere binip dağlık alanda köpeklerin çektiği bir kızağa binebilir ve tekrar helikopterle geri dönebilir ya da deniz uçağı ile Alaska’yı tepeden gezip görme şansını yakalayabiliriz. Biz tercihimizi uçaktan yana kullanıyoruz J Alaskalılar için uçmak, yaşamın bir parçasıymış, biz de bundan bir parça da olsa nasibimizi alabiliyoruz bu sayede. Bineceğimiz uçağa doğru yanaşırken dizlerim titriyor desem lütfen inanın, kırmızı renkli sevimli bir uçak ama aynı zamanda da çok eski bir şey olduğu anlaşılıyor. Başlıyoruz uçmaya. Uzatmayalım, tüm heyecanıma karşın şimdi düşündüğümde iyi ki onu da yapmışım diyorum, denizden havalanmak ve yeşil ile beyazı bir arada görmek, tekrar denize inmek tek kelimeyle muhteşem. Uçağın çıkaracağı gürültü nedeniyle bize birer kulaklık veriyorlar henüz havalanmadan, bu nedenle sadece gözlerimizle konuşuyoruz, hayran oluyoruz gördüklerimize, doğaya bu kadar yakın olmak çok güzelmiş meğer. Vahşi yaşama bu kadar yaklaşınca ortama uygun vahşi bir hayvan görmeyi çok istiyorum ama olmuyor.
SKAGWAY
İşte bir film seti de bu şehre kurulmuş sanki; bir yol düşünün (bu yolun adı Broadway Street), geniş ve uzun bir sokak, iki anında kiremit renkli baraka dükkanlar yer alıyor, yolun sonu ise yemyeşil ağaçlarla dolu bir ormana çıkıyor. Etrafta bir iki araba ya var ya yok. Ağustos ayı olmasına rağmen sıkı giyinmek zorundasınız, hava hep bulutlu ve soğuk. Tabi Alaskalılara göre yazın en ılıman zamanları da yaşanıyor olabilir. Gemi turizmi Eylül sonu itibariyle bitiyor ve şehirler iyiden iyiye sessizliği bürünüyormuş buralarda.
Skagway’in tek yaprak bir gazetesi varmış; kış aylarında 700-800 kişinin yaşadığı bir şehir. Burada çok sevimli binalara rastlıyoruz ve her birinin önünde resim çektiriyoruz, sanki kaçıyormuş gibi koşuşturarak. Size hatırladıklarımdan bahsetmek istiyorum: Mascot Saloon, içinde mumyadan barmen ve müşterilerin bulunduğu, çok sevimli bir bar. Soapy Smith ismindeki bir haydut Skagway’de çok ünlü. Acımasız bir haydutmuş bu adam; günün birinde Broadway Street’te Frank Reid isimli bir kovboy kendisine meydan okumuş, her ikisi de ölmüş.
KETCHİKAN
İşte uğradığımız son iskele: Ketchikan. Anlamı; Eagle Wing River. Bu şehri pek çok şekilde tanımlayabiliyorlar; Alaska’nın İlk Şehri, Totem Şehri, Yağmur Şehri gibi isimler takmışlar. Ketchikan’a gemiden inişimiz de, gün sonunda gemiye dönüşümüz de yağmur eşliğinde oluyor. Historical Creek Street, ahşap evlerle dolu bir bölgesi Ketchikan’ın. Burada da halk son derece sakin bir hayat sürüyor gibi, gölde balık avlayan baba oğullara pek çok yerde rastlıyoruz. Her zamanki yaşantıları bu ise özenmemek elde değil diye düşünüyorum.
10 katlı bir gemide geçen ve 3 farklı şehre uğranan bu gezide beni en çok neler etkiledi diye düşündüğüm zaman hatırladıklarım; bakmaya doyamadığım, büyüleyici mavi buzullar ve bir o kadar heyecan veren yemyeşil ormanlar, Ketchikan’daki totemler, film setini andıran hayaletimsi kasabalar ve deniz uçağı maceramız. Ah, bir de gemideki leziz yemekler, özellikle de yengeçler. Açık denizlerin karaya yakın kısımlarında bazen bir fok ailesi beliriyor, o anda bir anons duyuluyor ve fotoğraf makinesini, kamerasını kapan, fokları yakın markaja alma telaşı ile güverteye doluşuyor. Gemimiz bir Hollanda firmasına ait olduğundan olsa gerek, bir gece Hollanda gecesi düzenleniyor; herkese Hollanda’nın geleneksel keplerinden dağıtılıyor ve şarkılar söyleniyor. Aynı gecenin sonunda orkestra bir sürpriz yapıyor, gemi mürettebatının milli marşını çalmaya başlıyorlar, tüm Filipinli mürettebat merdivenlere diziliyor ve misafirlerine tempo tutturarak bu marşı söyletiyorlar. Anlamadığınız bir dilde başlıyorsunuz siz de söylemeye, doğru yanlış, mühim olan eğlenmek :)
Gemideki bir faaliyet de spor; sabahın erken saatlerinde kalkıyor ve tüm güverteyi dönerek yürürken zinde kalmaya gayret ediyorsunuz; bu faaliyeti seven yolcuların hepsi çok mutlu görünüyorlar. Üstelik ödüller de var, örneğin güverteyi 5 kez dönerseniz matara kabı, 10 kez dönerseniz havlu vb. ödüller var, tur sayınızı köşe başlarındaki görevli kızlar belirliyorlar, her dönüşte ismimizin yanına bir işaret koyuyoruz. Biz bir su matarası kılıfı kazanmıştık J Güvertedeki faaliyetler dışında kondisyon salonu da bir o kadar hareketli; meditasyon, dans öğretileri derken gemi seyrededursun Inside Passage boyunca, bir an bile sıkılmanız mümkün değil.
Bir haftayı böylece tamamlayıp Vancouver’a döndüğümüzde, yorgun, şaşkın ve biraz da aklımız Alaska’da geride bıraktıklarımızda kalmış gibiyiz.